top of page

Ramazan, BeÅŸir AyvazoÄŸlu

Adem Çevik'in Edebiyatımızda Ramazan (Sütun Yayınları: 2006) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

​

​

​

​

​

​

​

​
​

Ramazanı kış mevsiminde tanıdım; oruç tutmaya baÅŸladığım yıllarda muhteÅŸem kışlar yaÅŸanırdı. Bir yaÄŸdı mı bir daha kalkmayan, yol kenarlarına daÄŸlar gibi yığılmış karlar, saçaklardan sarkan sivri uzun buzlar ve tahta kızaklarımız. Sivas'ta oturduÄŸumuz sokaklardan biri epeyi meyilliydi ve kış aylarında boydan boya cam gibi buz tutardı. Kızaklarımıza binip bir ucundan kendimizi bıraktık mı diÄŸer ucuna uçardık âdeta. Trafik diye bir problemin bilinmediÄŸi yıllar, 1960’lar...

​

Çocuklar ilk oruçlarını tuttukları zaman üzerlerine nasıl titrenir, bilirsiniz. Ceplerimiz bir an önce mideye indirmek için sabırsızlandığımız iftarlıklarla dolardı. Akide veya beyaz mevlit ÅŸekeri, kırık leblebi, bulabilirsek bir iki ceviz; pestil, kuru incir, dut kurusu, keçiboynuzu gibi ÅŸimdiki çocukların pek tanımadığı yemiÅŸler ve rengârenk horoz ÅŸekerleri! Ramazan gelince horoz ÅŸekercilerin sayısı birden artar mıydı, ne? Bazen çok acıkır, nazlanır, sabırsızlanırdık; büyüklerimiz bizi omuzlarında gezdirerek avuturlardı.

​

Ezana birkaç dakika kala, kaleden atılan kurusıkı iftar topunun yukarı fırlattığı renkli paçavraları ve minarelerde kandillerin yanışını görebilmek için (ne büyük zevkti!) sokaÄŸa çıkardık ve top atılırdı, mahallenin bütün çocukları, iftarlık yemiÅŸleri alelacele tıkınırken “Top patladı, top patladı!” diye çığlık çığlığa evlere koÅŸuÅŸumuz doÄŸrusu görülecek ÅŸeydi.

​

Ah o fakir, fakat lezzetli iftar sofraları! Yer sofrasının etrafında ailecek halka olup Allah ne verdiyse iÅŸtahla yerdik. Zevk erbabı, peskütan çorbasının üzerine mesela patates mıhlamasının (veya hangi yemek varsa onun) tiridinden ÅŸöyle yanın kaşık gezdirirdi. Gürül gürül yanan sobanın üzerinde dumanı tüten çaydanlığı hiç unutamam. Eski çaydanlıklar galiba öter gibi bir ses çıkarırdı. İftarın hemen ardından gelsin demli çaylar. Ve teravih namazı; ahÅŸap mahalle mescidinde, herkesin birbirini tanıdığı cemaatle yatsı namazı dâhil otuz üç rekât... Aralarda hâlâ kulaklarımda çınlayan Arapça “Yâ Hannan, yâ Mennan” İlâhisi. Biz çocuklar arka saflarda kıkırdar dururduk. Büyükler selam verdikçe hııı, mııı derlerdi ama kimin umurunda! Hele teravih çıkışları teneke tabancalarla mantar patlatmanın, kartopu yahut saklambaç oynamanın zevki... Nasıl anlatsam!

​

Kış Ramazanı bu, çabucak geçerdi! “Ah, derlerdi yaÅŸlılar, canım ramazan ne de çabuk geçti!” Neyse ki bayram vardı. Bir hazırlık, bir hazırlık! Önce koca bir tencereyi tepeleme dolduracak ÅŸekilde yaprak sarılırdı; onun yanında mutlaka bayram çorbası olmalıydı; bildiÄŸimiz aÅŸurenin biraz suluca piÅŸirilmiÅŸ ÅŸekli ve nedense hurma denilen kalbura basma. Sivas’ta bayram sofralarının vazgeçilmez üçlüsü. Biz çocuklar ise birer uzun sopa veya oklava temin eder, bayramın birinci günü kahvaltıdan sonra toplanıp: “Memmecimin gıliÄŸi, badelerin tavası, âmin âmin birer gılik” tekerlemesini tutturup kapı kapı gezerdik. Sopalarımıza, bayramdan önce temin edilen memmecimlerden birer ikiÅŸer takılırdı. Memmecim, küçük, tatsız tuzsuz bir simit çeÅŸidiydi. Çocukluk iÅŸte, iÅŸtahla, hapür küpür yerdik.

 

Aileden biriymiÅŸ ve uzun yoldan geliyormuÅŸ gibi dört gözle beklenen ve sevinç içinde karşılanan ramazanın hayatımıza getirdiÄŸi canlılığı, hareketliliÄŸi daha dünmüÅŸ gibi hatırlıyorum. Sonra hüzünle uÄŸurlanışını... Ancak bayramın geliÅŸiyle yaÅŸanan sevinç, ramazanın gidiÅŸinden duyulan hüznü dengeler, böylece günlük hayatın olaÄŸan akışına yumuÅŸak bir geçiÅŸ saÄŸlanırdı.

​

Ramazanın manevi havası özellikle büyük ÅŸehirlerde eskiden olduÄŸu gibi derinden hissedilmiyor; artık “on bin ayın sultanı"nın umumi hayatın ritminde belirgin bir deÄŸiÅŸiklik husule getirdiÄŸi söylenemez. Oruç tutanlar artık hayatın günlük akışını bozmadıkları sürece müsamaha görüyorlar; her zaman olduÄŸu gibi, erkenden iÅŸlerinin başında olmak, iftar topu (top mu?) kaçta atılırsa atılsın, mesai kaçta bitiyorsa iÅŸlerinden o saatte ayrılmak mecburiyetindedirler. Hâlbuki eski hayatımızda ramazan, geceyle gündüzün yer deÄŸiÅŸtirmesi gibi olaÄŸanüstü bir hadiseydi. On bir ay boyunca son derece yavaÅŸ bir ritmle yaÅŸanan hayat, birden bambaÅŸka bir canlılık ve renklilik kazanırdı.

​

Eski toplumlunuz gece hayatım bilmezdi; hava karardıktan sonra bütün sokaklardan el ayak çekilir, ÅŸehri derin bir sessizlik kuÅŸatırdı. Bekçilerin deÄŸnek yahut düdük sesleri, köpek havlamaları, yer yer telaÅŸlı ayak sesleri, o kadar. Ahmet HaÅŸim'in “Müslüman Saati” baÅŸlıklı nefis yazısında dediÄŸi gibi, “Bir gece yarısından diÄŸer bir gece yansına kadar uzanan yirmi dört saatlik gün tanınmazdı. Işıkta baÅŸlayıp ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaÅŸanması kolay bir günümüz vardı.” Bu hayat tarzı ramazan hilâli görülür görülmez tersine döner, halk geceleri sokaklara dökülürdü. Kahveler, dükkânlar, hatta zaman zaman devlet daireleri sahura kadar açık bulundurulur, sokaklar kandil, fener ve fanuslarla aydınlatılır, kandil ve mahyalarla donatılan minareler geceleri bir ÅŸehrâyine dönüÅŸtürürdü. Özellikle İstanbul Ramazanlarının güzelliÄŸi, Ahmet Rasim'in yazılarında ve o günleri yaÅŸamış olanların hatıralarında hâlâ bütün canlılığıyla yaÅŸamaya devam ediyor.

​

Yılın diÄŸer aylarında geceleri derin bir sessizliÄŸe gömülen sokaklarda, iftardan, özellikle teravih namazından sonra yaÅŸanan neÅŸeli hayat, gündüz yaÅŸanan ağır dini atmosferle tam bir tezat teÅŸkil ediyorsa da geceleri gezip eÄŸlenmek, bütün gün nefsine hâkim olarak ağızlarına tek bir lokma bile koymayan müminler için bir çeÅŸit mükâfat olarak kabul edilirdi. Ve Ramazanlarda gündüzler -öÄŸleye kadar herkes derin bir uykuya daldığı için- gece sessizliÄŸine bürünürdü. Yahya Kemal’in “bir tatlı intizara çevrilmiÅŸ sükûnet” diye tarif ettiÄŸi iftar öncesi sessiz ve sabırlı beklerisin güzelliÄŸi ve verdiÄŸi manevî hazzı da ancak oruç tutanlar bilir. Ramazanlarda karanlık geceleri ÅŸehrâyine çeviren kandillerin ve mahyaların çocuklar için nasıl bir neÅŸe kaynağı olduÄŸunu, ışıl ışıl aydınlatılmış modern ÅŸehirlerde yaÅŸayanların anlaması çok zordur.

​

Bayram namazları da teravih namazları gibi biz çocuklar için ayrı bir güzellikti. Güle eÄŸlene namaza, camiye, cemaate alışırdık. Namaz çıkışı bütün mahalleli ayaküzeri bayramlaşıp kucaklaşırdı. Ancak asıl bayramlaÅŸma evlerde olurdu; sabah telaşı bittikten sonra mahallenin ileri gelenleri toparlanır hep birlikte bütün evleri ziyaret ederlerdi. MüthiÅŸ bir dayanışmaydı, hiç kimse yalnızlık çekmezdi.

Ramazan, bütün olumsuzluklara raÄŸmen, toplumun büyük bir kesimi tarafından paylaşılıyor; yani hâlâ güzel. Oruç tutanlar bulundukça bu güzellik devam edecek. Her toplumun birlikte yaÅŸanan ve paylaşılan sevinçlere ihtiyacı vardır; çünkü sevinçler paylaşıldıkça büyür, acılar paylaşıldıkça azalır.

​

bottom of page