top of page
mozturk.png

Uluhiyet ve Uhrevi Alem İle İlgili Tarihsellik

Prof.Dr. Mustafa Öztürk'ün Kur'an'ı Anlama Yolunda (Kuramer:2017) adlı toplantı kitabındaki konuÅŸmasından kısaltılarak alınmıştır.

Uluhiyette Tarihsellik

TarihselliÄŸin nereye kadar uzandığı ya da uzanacağı meselesi ciddi bir merak konusudur. Kur’an’ın tamamı mı yoksa bir kısmı mı tarihsel sayılmalıdır? BilindiÄŸi gibi bugüne kadar tarihsellik tartışmalarında konu büyük ölçüde Kur’an ahkâmı ekseninde ele alındı, dolayısıyla bütün tartışma sürekli olarak ahkâmın geçerliliÄŸi ya da geçersizliÄŸi meselesine sıkışıp kaldı. Benim nazarımda Kur’an’ın tarihselliÄŸi ahkâmla sınırlı deÄŸildir. 

​

Ahkâm meselesi tarihselliÄŸin sadece bir kısmından, hatta belki de ayrıntı denilebilecek bir cüz’ünden ibarettir. Kanımca, daha esaslı ve önemli olan konular ilâhiyyât ve nübüvvât bahisleridir. Kelam ve tefsir tarihine bakıldığında, özellikle ilahı sıfatlarla ilgili ayetler ekseninde üretilen farklı görüÅŸ ve yorumlar masaya yatırıldığında, Kur’an’ın belki de farklı tarihselliklerde farklı tarihselci yaklaşımlarla yorumlanan pek çok ayetinin ulûhiyet meselesiyle ilgili olduÄŸu görülür.

​

Ulûhiyyet konusundan baÅŸlayalım. Kur’an’ın en temel konusu ulûhiyyet, yani tevhid inancıdır. Bu inanç bizim deÄŸiÅŸmezimiz, sabit ilkemizdir. Nitekim Kur’an’ın en tavizsiz biçimde anlattığı konu tevhid ve bunun karşıtı olan ÅŸirktir. Tevhid bizim temel sabitemiz olduÄŸu halde, bırakın Mûtezile ile Ehli Sünnet gibi birbirine muhalif mezhep arasındaki anlayış farkını, baÅŸlangıçta Ehl-i Hadis diye bilinen, sonraki dönemlerde EÅŸ'arîlik ve Mâtüridîlik diye iki ayrı kol olarak ekolleÅŸen Ehl-i Sünnet bünyesinde dahi sahih Allah tasavvurunun nasıl olması gerektiÄŸi hususunda ciddi görüÅŸ ve anlayış farkları bulunduÄŸu müsellemdir. Allah’ın sıfatları gibi en temel ve sabit bir inanç alanında nasıl oluyor da Ahmed b. Hanbel ve Ebû Saîd ed-Dârimî gibi Selefiyye âlimleri, bazı ayetlere atıfla, “Allah’ın gökte bulunduÄŸuna inanmak yerine Onun her yerde hazır ve nazır olduÄŸunu söyleyen ve böyle bir inancı dillendiren kimse zındıktır, tövbeye davet edilir, tövbe etmediÄŸi takdirde öldürülür. Üstelik Müslüman mezarlığına da defnedilmemelidir” diyebiliyor?

​

Hicrî 3. asrın Ehl-i Sünnet inancında her yerde hazır ve nazır olan Allah inancına reva görülen muamele bu! Peki, nasıl oluyor da o asırdaki zındık ya da kâfir inancı bugünkü Ehl-i Sünnet kelamında sahih Allah tasavvuru hâline gelebiliyor? Fahreddîn er-Râzî ve diÄŸer Sünnî müfessirler gibi semâ, gök kelimesini yücelik, kudret, saltanattan kinaye olarak tevil etmek istiyorum. Allah’ın gökte mekân tuttuÄŸuna inanmak, sorunlu geliyor bana. Ama bizim bu inancımızı Ahmed b. Hanbel’e arz etseniz, “KardeÅŸim, siz zındıksınız” derdi bize.

​

Peki, tevhid inancı sabit olduÄŸu halde, Allah tasavvurunda bu denli radikal deÄŸiÅŸiklikler nasıl izah edilebilir? Bunun en makul izahı zarf ve mazruf ayırımı çerçevesinde yapılabilir. Mazruf sabit, zarf deÄŸiÅŸkendir. Bu baÄŸlamda mazruf, Cenab-ı Hakk’ın tek gerçek mâbud olarak varlığı, bütün mevcudatın rabbi, efendisi, seyidi, maliki olması, bizim de Ona her daim hamd ve ÅŸükür borcumuzun bulunmasıdır. İşte hiçbir zaman deÄŸiÅŸmeyip sabit kalan mazruf budur. Ancak Allah bu mazrufu, Kur’an’da Arabi bir zarfla ortaya koymuÅŸtur. Arabi zarftan maksat, Kur’an vahyinin nazil olduÄŸu zaman ve zemindeki Arap toplumunun algı ve idrak dünyasıdır.

​

Allah kendine ait sıfatları bu tarihsel algının sınırları ve kalıpları içinde anlattı. Burada söz konusu olan sınır ve sınırlılık Allah’la deÄŸil, Onun iletiÅŸim kurduÄŸu insan ve dille ilgili bir sınırlılıktır. Allah insanı hitabına muhatap kılmak isteyince tenezzül buyurdu; yani meramını ve mesajını Arap diliyle ve Arapların idrak seviyesine indirgemek suretiyle ortaya koydu. Kur’an’daki nüzûl, inzal, tenzil gibi kelimelerin ifade ettiÄŸi anlam ilahı ve aÅŸkın olan mesajın tarihsel düzlemle buluÅŸması, beÅŸeri idrak düzeyine indirgenerek içkinleÅŸmesidir. Bu sebeple, Kur’an’daki dil mutlak, kadim bir dil deÄŸil, belli bir beÅŸerî tecrübe ve geleneÄŸin, belli bir tarihin, belli bir kültürün dilidir.

​

Biz dil deyince genellikle insanlar arasında iletiÅŸim imkânını saÄŸlayan bir araçtan söz ediyoruz veya dil olgusunu bu denli basitleÅŸtirerek kavrıyoruz. Oysa biz bugün merhum Mehmed Akif’in Çanakkale savaşıyla ilgili ÅŸiirini okuduÄŸumuzda bu ÅŸiirde salt mısradan, kafiyeden, lafızdan, anlamdan çok daha derinlere inen, yüreÄŸimize iÅŸleyen, hayalimizi süsleyen, acılarımızı depreÅŸtiren birçok ÅŸeyin varlığını hissediyoruz. “Bir hilal uÄŸruna, ya rab, güneÅŸler batıyor” mısraını okuduÄŸumuzda, bu ifade bizi ecdadımıza, bu topraklar için dökülen onca ÅŸehit kanına ya da milli ve manevi duyguların mecmuuna götürür. İşte dil bâtını veçhesiyle de böyle sihirli, gizemli bir ÅŸeydir. Ama gelin görün ki biz Kur’an’daki Arabî dili ancak lafız-beyan ekseninde bir bilgi nesnesi olarak kavrıyoruz; bu dilin duygusal anlam boyutuna pek muttali olamıyoruz.

​

Allah kendini Kur’anda Arap dilinin hem tarihsel, hem kültürel, hem de duygusal çaÄŸrışımlarıyla birlikte anlatıyor. Mesela, kendisine sık sık “Rab” diyor; bizi de “abd” ve “ibâd” diye niteliyor. Rab derken, bir yandan seyyidlik ve malikliÄŸini belirtiyor, bir yandan da KureyÅŸli müÅŸriklerin deizmi anımsatan tanrı tasavvurlarını nefyediyor. BilindiÄŸi gibi müÅŸrik zihniyette, tarihe, topluma ve insanın ahlakî yaÅŸantısına müdâhil olmayan bir tanrı tasavvuru mevcut. MüÅŸriklerde Allah inancı var mı, var. Kâinatı Allah yarattı mı, evet, o yarattı. “Peki, Allah’ın insana hayatında yeri ve etkisi var mı, yok! Bizim mukadderatımızı tayin eden varlık, Allah deÄŸil, dehr, yani felektir. İşte böyle bir tanrı tasavvurunun insan ve toplum hayatında sahici bir karşılığı bulunmadığından, Allah, müÅŸrik Arap toplumunun örfünde, geleneÄŸinde ve gündelik hayatında çok önemli bir yer tutan kölelik kurumuna ait iki kelime seçiyor. Bunlardan ilki rab, yani efendi; diÄŸeri abd, yani kul/köle.

Bu iki kelimeye metaforik bir anlam yükleyerek kendi kudretini, saltanatını, hakimiyetini ve dolayısıyla insanların hayatına müdâhil olduÄŸunu ifade ediyor. Daha ziyade geç dönem tefsir kitaplarına ve Kur’an lügatlarına baktığınızda, rab kelimesinde terbiye, eÄŸitme, yetiÅŸtirme anlamının ön plana çıktığı görülüyor. Oysa Fatiha suresinin tefsiri baÄŸlamında Taberîhin tefsirine bakın, “terbiye” deÄŸil, seyyidlik ve maliklik vurgulanıyor. 

​

GörüldüÄŸü gibi, Kur’an’da Allah'ı niteleyen kelimelerin özgün anlamlarında dahi çok belirgin bir tarihsellik, yerellik ve baÄŸlamsallık söz konusudur. Bu kelimelerin ilk hitap çevresindeki muhatapların zihin ve duygu dünyalarında yoÄŸun etki yarattığı kuÅŸkusuzdur; dolayısıyla Kur’an’daki anlamın psikolojik boyutu da söz konusudur; ancak bu anlam boyutunun keÅŸfi öncelikle nüzul vasatındaki tarihselliÄŸin keÅŸfedilmesine baÄŸlıdır.

​

Kur’an, Hz. Peygamber ve ilk Müslüman neslin tarihî tecrübesiyle iç içelik arz eden hikâyesinden yalıtılmış tarzda, salt lafız-beyan ekseninde izaha muhtaç bir metin olarak algılandığında, her türlü ideolojik okumaya ve istismara açık olarak oracıkta duran bir metne dönüÅŸüyor. Bu algıdan yola çıktığınızda, Kur’an’a ne kadar güzellik atfederseniz atfedin; ondan manevî bir lezzet almanız pek mümkün olmuyor. Emin olun, abdest alıp rahleyi önünüze çekip teberrüken okuduÄŸunuzda Kur’an’dan alacağınız manevi lezzet, onu salt metin olarak anlama ve açıklama çabasından çok fazladır. Yoksa böyle tablet çözümler gibi tefsir faaliyetleriyle Kur’an’dan feyiz ve bereket hâsıl olmuyor. Manevî lezzet, feyiz ve bereket için Hz. Peygamber’in yaÅŸadığı tecrübe ile Kur’an mesajının birbiriyle buluÅŸturulması, bu ikisinin birbirinden asla ayrıştırılmaması gerekiyor.

​

Ulûhiyet meselesine tekrar dönersek, bu konuda sabit ve deÄŸiÅŸmez nitelikli olan husus nedir sorusuna, “Allah’ın varlığı ve birliÄŸi inancı sabit” diye cevap verilebilir. Lâkin gerek kelâmî kaygılar ve tartışmalar, gerek felsefi mülahazalar sebebiyle belli bir dönemdeki Allah tasavvuru baÅŸka bir dönemde problemli hâle gelebilir, bu durumda yeni bir tasavvur oluÅŸturmak gerekir. Biz biliyoruz ki İmâmü’l-Haremeyn Cüveyniden (Ö.1085) itibaren haberi sıfatlar konusuyla ilgili ayetlerin tevilinde bir bakıma Mutezilenin yaklaşım ve yorum tarzı Ehl-i Sünnet geleneÄŸinde de dikkate alınmış, hatta arÅŸ, istiva, yed gibi haberi sıfat ayetleri Mûtezilî perspektife uygun biçimde yorumlanmıştır. Ehl-i Hadis ve Selefiyye ekolünün dediÄŸi “istiva malum, keyfiyeti meçhul" demekle problem halledilmiyor. Aslında Selefiyye’nin arÅŸa istiva konusundaki kliÅŸesi, tabir caizse topu taca atmak gibidir. Zira istivanın ne demek olduÄŸunu biliyoruz, ama Allah nasıl istiva ediyor, onu bilmiyoruz; bu meseleyi sorup bidat çıkarmayın, demek en azından bana göre topu taca atmaktan farklı deÄŸil. Bu meseleyi sormayın, deseniz dahi insan sormadan, düÅŸünüp tartışamadan edemiyor, sonuçta problem bir ÅŸekilde çözüm bekliyor ve az çok ikna edici bir ÅŸeyler söylemek gerekiyor.

​

İşte tam bu noktada tevil kaçınılmaz olarak devreye giriyor. Tevil, Kur’an vahyinin kendi tarihsel nüzul ortamındaki mesajlarını baÅŸka tarihselliklerde aktüelize etme, güncelleme ve aynı zamanda nüzul döneminde problem oluÅŸturmayan bir hususun baÅŸka bir dönemde problem oluÅŸturmasını bertaraf etme faaliyetidir.

Ahirete iliÅŸkin Tasvirlerin TarihselliÄŸi

Prof.Dr.Mustafa Öztürk'ün İslami İlimler Dergisinde (Yıl:1 Sayıs:2 Güz 2006) yayınlanan makalesinden kısaltılarak alınmıştır.

Kur’an’daki tarihselliÄŸin diÄŸer bir ÅŸekli de ahiretle ilgili ayetlerde karşımıza çıkmaktadır. Ahiret, ilkel kavimler de dâhil olmak üzere tanrının varlığını kabul eden din ve düÅŸünce sistemlerinin hemen hepsinde mevcut bir inanç konusu olması hasebiyle tarih-üstü bir özellik taşır. Kur’an’da çok önemli bir yer tutan ahiret, birçok ayetteki beyanlardan anlaşıldığı üzere Kur’an’ın deÄŸer terazisinde dünyadan çok daha ağır basar. İlgili ayetlere göre sırf dünyaya endekslenmiÅŸ bir hayatı oyun, eÄŸlence, geçici bir güzellik ve hatta aldanış vesilesi iken ahiret ebedî hayat yurdudur. Uhrevî nimet-mükâfat dünyevi nimetten mutlak surette deÄŸerlidir. Bu yüzden, geçici ve süreksiz olan hayat sürekli olan ahirete tercih edilmemelidir. Dünyadaki hayat geçici ve deÄŸersiz, ahiret ise kalıcı ve deÄŸerlidir. İşte bütün bu sebeplerden ötürü Allah, dünya ve ahiret arasında tercih söz konusu olduÄŸunda mutlaka ahiretin tercih edilmesini istemiÅŸ, aksi yöndeki tercih sahiplerini ise ÅŸiddetle tenkit etmiÅŸtir.

​

Bütün bunlar ahiret inancının tarih-üstü mesajlar hanesine kaydedilmesi gerektiÄŸini gösterir.

Bununla birlikte Kur’an’ın cennet ve cehennemle ilgili tasvirleri yerel ve tarihseldir. Mesela Kur’an, müminlerin ölümden veya kıyametin kopmasından sonra daimî huzur ve mutluluk içinde yaÅŸayacakları cenneti ÅŸöyle tasvir eder:

Allah’a yakın olan kullar cennette mücevherlerle iÅŸlemeli tahtlara karşılıklı olarak kurulup sohbet edecekler. Onların etrafında her daim hizmet veren genç uÅŸaklar dolaÅŸacak ve ellerinde ÅŸarap pınarından doldurulmuÅŸ ibrikler ve kadehler olacak.

​

İçtikleri ÅŸaraptan ne baÅŸları aÄŸrıyacak ne de sarhoÅŸ olacaklar. BeÄŸendikleri meyvelerden ve canlarının çektiÄŸi kuÅŸ etlerinden yiyecekler. Güzel gözlü, sütbeyaz tenli dilberler, kabuÄŸunda saklı birer inci gibi dilberler de onların olacak. İşte bütün bu nimetler dünyada iken yaptıkları güzel iÅŸlere karşılık bir mükâfat olarak verilecek.

​

Onlar cennette boÅŸ, anlamsız ve günaha sokacak bir söz iÅŸitmeyecekler. Sadece, “Esenlik ve mutluluÄŸunuz daim olsun!” sözünü duyacaklar!

​

Kur’an’daki tasvirler bir bütün olarak deÄŸerlendirildiÄŸinde cenneti sonsuza dek yeme, içme ve cinsellik gibi hazların yaÅŸanacağı bir mekân olarak telakki etmek yanlış olmaz. Zira konuyla ilgili hemen her ayette belirtildiÄŸine göre cennet, içinde ırmakların çağıldadığı yemyeÅŸil bir bahçedir. Bu hasbahçede müminler ÅŸarap içecekler, son derece güzel, iÅŸveli, cilveli dilberlerle birlikte olacaklar, kanepelere yaslanıp keyif çatacaklar, canlarının çektiÄŸi her meyveden yiyecekler, altın bilezikler takınıp ipek elbiseler giyecekler vs.

​

Bize göre cennetteki yaÅŸam bedensel zevkleri tatminden ibaret deÄŸildir. Dolayısıyla Kur’an’da bu konuyla ilgili tasvirler yerel ve tarihsel karakterlidir. Hz. Peygamber’in ve sahabenin Mekke dönemindeki maÄŸduriyetleri, sıkıntıları, yoksulluk ve yorgunlukları göz önüne alındığında cennetin niçin bu ÅŸekilde tasvir edildiÄŸine iliÅŸkin olgusal arka-plan kendini gösterecektir. Dolayısıyla, Mekke’de doÄŸan her yeni gün müÅŸriklerin yeni bir eziyetine maruz kalan, imanda sebat uÄŸruna örselenip son derece bitkin ve yorgun düÅŸen ilk nesil Müslümanların motivasyon ihtiyaçları dikkate alındığında da öte dünyadaki cennet yaÅŸamının niçin istirahat ve keyif çatmaktan ibaret bir yaÅŸam olarak tasvir edildiÄŸini anlamak mümkün olacaktır.

​

Prof.Dr. Mustafa Öztürk'ün Kur'an'ı Anlama Yolunda (Kuramer:2017) adlı toplantı kitabındaki konuÅŸmasından kısaltılarak alınmıştır.

Kur’an’daki beyanların tarihsel ve tarihüstü ÅŸeklindeki kategorik ayrımı uhrevî âlem meselesinde de söz konusudur. ÖrneÄŸin, Kur’an’ın cennetle ilgili tasvirlerini ele alalım ve fakat bu konuyla ilgili ifadelerimi, lütfen, karikatürize etmek ÅŸeklinde algılamayın. BilindiÄŸi gibi özellikle Mekkî sureler cennetle ilgili detaylı tasvirler içerir. Bu tasvirlerin hemen tamamı, dinlenme, istirahat, yeme içme ile ilgilidir. Buna mukabil, Medenî sureler bu tür tasvirler içermemekte, çok kere cennet, “derelerin çağıldadığı yemyeÅŸil bahçeler/cennetler” mealindeki kliÅŸeyle özetlenmektedir. Nüzûl döneminin son safhalarında nazil olduÄŸu bilinen Tevbe suresinin 72. ayetinde ise Adn cennetlerindeki güzel meskenlerden bahsedildikten sonra, Allah’ın hoÅŸnutluÄŸunu kazanmanın bütün her ÅŸeyin fevkinde, her ÅŸeyden deÄŸerli olduÄŸu belirtiliyor.

​

Mekkî ve Medenî surelerdeki cennet tasvirlerinin kemiyet ve keyfiyet açısından farklılık arz etmesi, bir geliÅŸmeye iÅŸaret ediyor. Bu geliÅŸmenin bir yönü Müslümanların içinde bulundukları maddi ÅŸartlarla, diÄŸer bir yönü de manevî ÅŸartlar ya da hamlıktan olgunluÄŸa doÄŸru mesafe alınmasıyla ilgilidir. Kur’an kendi nüzûl süreci içerisinde okunduÄŸunda, bu durumu tespit etmemek mümkün deÄŸildir. Ama gelin görün ki gelenekte ve günümüzde Kur an aynı anda gökten zembille inmiÅŸ ve her bir ayeti birbiriyle eÅŸdeÄŸermiÅŸ gibi okunuyor. Bu tarz bir okuma çok kere zihin ve idrak körlüÄŸüne sebebiyet veriyor.

​

Kavramlar semitik geleneÄŸe ait olmakla birlikte, darî, zakkum, ğıslîn, ruûsü’s-ÅŸeyâtîn gibi cehennemdeki azap unsurların çoÄŸu hususen Hicaz coÄŸrafyasından seçilmiÅŸtir. Daha açıkçası, zakkum aÄŸacının veyahut zürkâ'nın bizde semiyotik/sembolik bir karşılığı var mıdır? Yok. Peki, neden yok? Çünkü bütün bunlar Arap kültürüne aittir. Ben “ÅŸeytan başı” dediÄŸinizde ürken biri deÄŸilim. Çünkü ÅŸeytanın başına dair bir algım yok. Dolayısıyla korkum da yok. Ben darî' denen bitkiden de ürkmem; çünkü bunun ne tür bitki olduÄŸunu bilmem; ÅŸayet çölde deve gütseydim ve devenin bu dikenli bitkiye hiç yanaÅŸmadığını görseydim, o zaman cehennemde neyle karşılaÅŸacağımız hususunda fikir sahibi olurdum.

​

Sonuç olarak, Kur’an’ın Arap toplumunun zihniyet ve pratik hayat kodlarına atıfla tasvir ettiÄŸi cennet ve cehennem gerçekten bu tasvirlerle özdeÅŸmiÅŸ midir yoksa söz konusu tasvirler ve temsiller üzerinden bir fikir vermeye mi yöneliktir? İşte zarf ve mazruf ayrımı tam bu noktada tebarüz etmektedir. Tarihsel zarf, söz konusu tasvirlerdir. Tarihüstü mazruf ise, “tahayyül gücünüzle mutlu olmanın azami sınırlarını düÅŸünün ve uhrevî âlemde bu sınırların çok ötesinde bir mutluluÄŸa mazhar olacağınızı bilin.

​

Aynı ÅŸekilde, acı çekmenin, azap içinde inlemenin azami sınırlarını tahayyül edin ve uhrevî âlemde kâfirlerin hafsalaya sığmayacak düzeyde ağır bir azaba mahkûm olacaklarını bilin” ÅŸeklinde formüle edilebilir. Buna göre Kur’an Ra d suresinin 35. ayetindeki ifadeden de anlaşılacağı gibi cennet ve cehennemi bütün boyutlarıyla tarihüstü bir ÅŸekilde anlatıp tüketmiyor; sadece uhrevî âlemdeki mükafat ve azap hakkında bir fikir veriyor. Sözün özü, ahiret tarihüstü bir gerçeklik, bunun tasvir ÅŸekli ise tarihseldir.

​

Bu yüzdendir ki imam Matüridi Fâtır suresinin 33. ayetindeki ifadeyle ilgili olarak mealen ÅŸöyle diyor:

Bu ayette ziynet, süs, süslenme altın, inci ve ipek elbise gibi ÅŸeylerle ifade edilmiÅŸtir. Hâlbuki bu dünyevî hayatta altın, inci gibi süslerle süslenip ipek elbise giymek biz Türk erkekler için pek arzu edilen ÅŸeyler deÄŸildir. Fakat Arapların bu tür ziynetleri çok sevdiÄŸi bilinmektedir. Haliyle, cennet vaadi ve özendirme onlar için bu ÅŸekilde formüle edilmiÅŸtir. Kur’an’daki cennet vaatleri arasında yer alan çadır, oda gibi ÅŸeyler de aynı kabildendir. Çünkü çadır bizim yaÅŸam kültümüzde ancak yolculuk sırasında, zaruret halinde veya evin bulunmaması ya da kalacak yer sıkıntısının olması gibi durumlarda kullanılan bir eÅŸyadır. Evde kalma imkânı olduÄŸunda yahut mesken bulunduÄŸunda çadır gibi ÅŸeyler kullanılmaz. Ne var ki Araplar çadırda kalmayı sever ve hatta eve tercih eder. İşte bu yüzden çadır da cennet vaatleri arasında zikredilmiÅŸtir.

​

İmam Mâtûridî bunları söylerken, cenneti hafife almıyor; “Bu Arabın cennetidir, beni alakadar etmiyor” tarzında bir ÅŸey de söylemiyor. Bilakis, “Cennetle ilgili örneklerde ilk hitap çevresindeki Arap kültür kodları, dolayısıyla ilk muhatapların istekleri, özlemleri ve ihtiyaçları dikkate alınmış ve asıl mesele bu örnekler üzerinden anlatılmaya çalışılmış” demek istiyor. Bu düÅŸünce Ra'd suresinin 35. ayetindeki ifade baÄŸlamında Zeccâc ve ZemahÅŸerî tarafından formüle ediliyor. Buna göre Kur’an, insanoÄŸlunun bilgi ve idrak sınırlarının ötesindeki gaybî bir alanı, nesneler dünyasında bilinen, görünen ÅŸeylere benzetme yoluyla anlatıyor. Ne var ki biz Kur’anı baÅŸtan sona bir hukuk kodu gibi okuyup anlamaya alışkın olduÄŸumuzdan, örnek filan bilmeyiz. Haliyle, cennete iliÅŸkin beyanlar tasvir, temsil, örnek filan deÄŸil, bizatihi cennetin ta kendisidir. 

​

Prof.Dr.Mustafa Öztürk'ün Kur'an ve Tefsir Üzerine Usül (Ankara Okulu: 2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Sahih Bir Evrensellik Algısının İmkânı

Kur'an mesajındaki en temel evrensellik inanç ilkeleriyle ilgilidir. Çünkü baÅŸta Allah'ın birliÄŸi olmak üzere diÄŸer bütün inanç ilkeleri deÄŸiÅŸken deÄŸil, sabittir. Daha açıkçası, ilâhı vahiy geleneÄŸinin ilk dönemlerinde, sözgelimi Hz. Nuh zamanında Allah'ın teslisi, Hz. Peygamber zamanında ise tevhid akidesini vaz ettiÄŸini söylemek imkân dâhilinde deÄŸildir. Bununla birlikte inanç ilkelerinin öz olarak sabit ve evrensel, suret (biçim, ÅŸekil, form) olarak deÄŸiÅŸken ve tarihsel olduÄŸu söylenebilir. Çünkü söz konusu ilkelerin insanoÄŸluna anlatım ve ifade ÅŸekli zaman ve mekâna göre deÄŸiÅŸkenlik göstermiÅŸtir. Ancak bu deÄŸiÅŸkenlik öze deÄŸil, surete taalluk etmiÅŸtir. Daha açık bir ÅŸekilde ifade edersek, mesela tevhid inancı hiçbir zaman deÄŸiÅŸmemiÅŸ, fakat bu inancın en temel umdesi olan tek ilah, tarih içerisinde Elohim, Yahve, Rab gibi farklı isimlerle anılmış, Kur'an'da ise İslam öncesi Arap toplumunun da kullandığı Allah ismi yer almıştır.

​

Yine tevhid inancı sabit ve evrensel olmakla birlikte, Kur'an'da Allah'a atfedilen sıfatlar, sözgelimi, ayn, yed gibi haberi sıfatlar ile Allah'ın arÅŸ ve kürsi sahibi olması, ordularının bulunması, kendini melik olarak tanıtması ve hatta gökte bulunduÄŸuna iÅŸaret etmesi, ilk hitap çevresindeki insanların algı düzeylerine göre formüle edilmiÅŸtir.

​

Ahiret inancı özdür, sabittir, evrenseldir; ancak ahiretle ilgili tasvirler bu nitelikte deÄŸildir. Daha özelde söylersek, cennet özdür; sabittir, evrenseldir; fakat cennete iliÅŸkin tasvirler yerel ve tarihseldir.

​

Kur'an'ın cennetle ilgili beyanlarındaki evrensel öz, Fussilet 41/31 ve Zuhruf 43/71. ayetlerde de çok veciz biçimde ifade edildiÄŸi gibi, ahirette müminlerin arzu edilen her ÅŸeye sahip olma imkânı bulunan bir hayat yurduyla ödüllendirilecek olmasıdır. Hasılı, sonsuz ve sınırsız mutluluk yurdu anlamında cennet öz ve evrensel, ipek elbise ve altın bilezik imgesi ise yerel ve tarihseldir, demekte beis olmasa gerektir. Kaldı ki Allah gerçek manada “evrensel"in cennetten öte Allah'ın rızasına ermek olduÄŸunu bildirmektedir (Tevbe 9/72). 

Prof.Dr.Mustafa Öztürk'ün Kur'an'ı Kendi Tarihinden Okumak (Ankara Okulu: 2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Cennet ve Cehennem Tasvirlerinde Yerel ve Tarihsel Motifler

Tarihin belli bir döneminde inen ve yine ilk olarak belli bir ilk muhatap kitlesine hitap eden Arapça Kur’an’ın daha iyi anlaşılabilmesi için, genelde o döneme özgü sosyo-kültürel yapının, özelde de vahyin iniÅŸine tanıklık eden Arapların pratik yaÅŸam tecrübelerinin ve kendilerine özgü düÅŸünce tarzlarının bilinmesi son derece önemlidir.  Çünkü Kur’an, bütün yönleriyle yedinci yüzyılın Arabistan coÄŸrafyasındaki bir kabileye, yani KureyÅŸ’e ait kültürü yansıtan bir dili kullanmakta ve gerek ÅŸehadet gerekse gayb alemine dair anlatmak istediklerinin tümünü bu dilin sınırlı imkânlan ile ifadelendirmeye çalışmaktadır.    

​

Esasen, insan-gayb iliÅŸkisi baÄŸlamında düÅŸünüldüÄŸünde, sonlu bir alandan örnekler sunmak veya benzetmeler yapmak suretiyle sonsuzun anlatılmaya çalışılması, zorunlu bir keyfiyettir. Çünkü, insanın aÅŸkın boyutu ya da sonsuzluk alanını kavraması mümkün deÄŸildir. İşte bu imkânsızlıktan da söz konusu alanın ona bildiÄŸi ÅŸeylere benzetmeler ve örneklemeler yapılarak anlatılması zorunluluÄŸu doÄŸmaktadır. Nitekim, Kur’an da -bu zorunlu keyfiyetten ötürü-bizim açımızdan gayb kategorisinde yer alan gerçekleri, algı alanımıza giren nesnelerle somutlaÅŸtırmak suretiyle anlatmaya çalışmaktadır. Ünlü müfessir ZemahÅŸeri (ö. 538/ 1143) Kur’an’ın bu anlatım tarzını, “Muttakilere söz verilen cennetin misali...” cümlesiyle baÅŸlayan Ra‘d suresi 35. ayetin tefsiri münasebetiyle, temsilen “ algılarımıza kapalı olan ÅŸeylerle tecrübe ettiklerimiz arasında benzerlik kurmak/nesneler dünyasından örnekler sunmak suretiyle anlatmak” ÅŸeklinde formüle etmiÅŸtir.

Gaybi alana ait gerçeklikleri, nesneler dünyasına ait örneklemelerle somutlaÅŸtırmayı, dolayısıyla tarihselleÅŸtirmeyi hedefleyen bu anlatım tarzında, ilk hitap çevresi sakinlerinin lügatçesini kullanmaktan, ilahi hitaba konu olan her ÅŸeyin o toplumun özellerinden ya da onların tecrübe dünyasına ait nesnelerden seçilmesinden daha doÄŸal bir ÅŸey olmasa gerektir.

​

İşte bu doÄŸallığın gereÄŸi olarak, Kur’an'ın cennet tasvirlerine iliÅŸkin dil kurgusunu da büyük ölçüde ilk hitap çevresine özgü kültürel ve coÄŸrafi yapıya özgü unsurlar domine etmiÅŸtir. O kadar ki, özellikle Rahman ve Vakı’a gibi, Mekke döneminde nazil olan bazı surelerde yer alan detaylı cennet tasvirlerinde bütünüyle tarihsel ve yerel unsurlar kullanılmış; cennetin dizaynında da öncelikle nüzul döneminde yaÅŸayan bedevi ve ÅŸehirli Arapların beÄŸeni, istek ve arzuları öncelenmiÅŸtir.

 

Derveze, bu öncelemenin gerekçesini, “Kuran’da, cennet ile ilgili ayetlerde anlatılan nimetler, lüks vasıtalar ve kiÅŸisel zevkleri anlatan pek çok niteleme, muhatap alınan kimseler, yani Hz. Peygamber’in çevresindekiler tarafından biliniyor olmayı gerektirmektedir" ÅŸeklinde izah etmiÅŸtir.

Kuranın “Cennet" Tasvirleri
​

Hûriler ve Cennette Cinsel YaÅŸam

Kur’an’ın, cennetteki huri temasını özellikle güzellik, çekicilik ve cinsellik gibi tamamen erkeklerin zevklerini okÅŸayacak ÅŸekilde iÅŸlemesinin neden ve niçinlerini, öncelikle vahiy tarihini çevreleyen sosyo-kültürel yapının bünyesinde aramak gerektiÄŸi kanısındayız. 

​

MüteÅŸabih alana ait ebedi mutluluk yaÅŸantısına özendirmenin muhkem dilin verileriyle formüle edildiÄŸi bu takdimde, muhatabın hayatında çok önemli bir yer tutan kadın teması yine onları cezbedecek bir kadın portresi çizilmek suretiyle iÅŸlenmiÅŸtir.

​

Kur’an’ın tamamen yerel ve tarihsel ÅŸartlarla, daha doÄŸrusu nüzul dönemindeki kültürel yapıya özgü kadın ve cinsellik telafisiyle örtüÅŸür ÅŸekilde sunduÄŸu cezbedici cinsel özellikleri ön plandaki bu yerel huri tiplemesi, doÄŸal olarak ilk dönem Arap Müslümanların muhayyilesinde cennetin çok zengin cinsel hazların yaÅŸanacağı bir mekân olarak algılanmasına yol açmıştır.

​

Cennetteki Bitkiler ve Yiyecekler

Cennetteki aÄŸaçlar ve cennetliklerin beslenme rejiminde önemli bir yer tuttuÄŸu anlaşılan meyveler de hemen bütünüyle mahalli nitelikli olup evrensel bir mahiyete sahip deÄŸildir. Sözgelimi, Vakı’a suresi 28. ayette yer alan ve meallerde “düzgün-dikensiz kiraz aÄŸacı” ÅŸeklinde çevrilen sidr, Arabistan kirazı da denilen meÅŸhur nabk aÄŸacının diÄŸer ismidir. 

​

Klasik tefsirlerdeki bilgilerden anlaşıldığına göre, aynı surenin 29. ayetinde geçen talhin mendüd (meyveleri salkım saçak muz aÄŸacı) ifadesindeki talh aÄŸacı da yine nüzul dönemindeki Arapların beÄŸenileri göz önüne alınarak cennet aÄŸaçlan arasına dahil edilmiÅŸtir. 

​

Bu baÄŸlamda müfessir Kurtubi de ‘sidr’ ve ‘talh' aÄŸacının isminin özellikle anılmasının nedenini, “KureyÅŸ talh ve sidr aÄŸacının gerek gölgesini ve gerekse yeÅŸilliÄŸini çok seviyorlardı. Bu yüzden ilahı hitapta kendilerine beÄŸendikleri ÅŸeylerin sözü verilmiÅŸtir” ÅŸeklinde izah etmiÅŸtir.      

​

Kur'an'ın cennet tasvirlerinde sık sık meyvelerden söz edilmekle birlikte, özellikle hurma ve nara atıfta bulunulmuÅŸtur. Bazı müfessirler, bu iki meyvenin adının özellikle zikredilmesini, diÄŸer meyvelerden üstün oluÅŸlarına baÄŸlamışlardır. Bu, tamamıyla ön kabule mebni bir yorumdur. Zira, “hangi meyve daha güzeldir” sorusuna verilecek cevabın göreceli olduÄŸunu söylemeye hacet yoktur. Kanaatimizce burada da yerel unsur ön plana çıkarılmıştır. Nitekim bu durum, Kurtubi tarafından ÅŸöyle dile getirilmiÅŸtir:

“Allah bu iki meyveyi özellikle andı; zira o dönemin Arapları nezdinde hurma ve narın ifade ettiÄŸi önem, buÄŸdayın bugün bizim için arz ettiÄŸi öneme eÅŸdeÄŸerdi. Çünkü, onların yiyecek maddeleri genellikle hurma, meyveleri de nar idi."

​

Cennetteki Nehirler ve İçecekler

Kanaatimizce, cennetin yeÅŸil bir bitki örtüsü ve sık aÄŸaçlarla kaplı bir mekân anlamına gelmesi ve bu mekânın otuzu aÅŸkın ayette “zeminlerinden ırmaklar akan cennetler” ÅŸeklinde tasvir edilmesi de büyük ölçüde nüzul ortamındaki iklim ve coÄŸrafi ÅŸartlarla ilgilidir. Meseleye bu açıdan bakıldığında, cennetle ilgili bu tasvirin de esas itibariyle tarihsel ve yerel karakterli olduÄŸunu rahatlıkla söylemek mümkündür. Kurtubi ÅŸöyle demektedir:

Araplar sıcak çöl ikliminde yaÅŸayan bir toplum oldukları için, ülkelerinde nehirler hemen hemen yok gibidir. Suya ancak (kuyuya salınan) kovalarla ulaÅŸma imkânları vardır. İşte bu yüzden, dünyadaki durumlarının aksine cennette kendilerine son derece bol su sözü verilmiÅŸ ve yine onlara aÄŸaçlar, gölgeler, sular ve nehirler gibi, dünyadaki bildik mesire yerlerine özgü motiflerin tasviri yapılmıştır. Keza, “bol meyveler” ifadesiyle de memleketlerindeki meyve kıtlığının aksine “cennette çok meyveler var" denilmek istenmiÅŸtir. 

​

Bu noktada, Razi'nin, “yüksekten akan sular/ÅŸelaleler” ifadesine yönelik izahı da anılmaya deÄŸer niteliktedir:

“Ma-i mesküb, ‘çok (su)’ anlamındadır. Çünkü su, Araplar nezdinde çok deÄŸerli bir ÅŸey olup gereksiz yere sarf edilmez. Aksine muhafaza edilir ve içilir. Binaenaleyh, onlar nimetlerden söz ederlerken, suyun bol oluÅŸunu da zikrederler ve bu bolluÄŸu suyun yukarıdan aÅŸağıya dökülmesi ile dile getirirler.” 

​

KuÅŸkusuz, Kur’an’ın cennetteki içeceklere atfetmiÅŸ olduÄŸu temiz, baÅŸ aÄŸrıtmayan ve akla halel getirmeyen gibi vasıflar, bilahare yasaklanacak olan alkollü içkinin mü’minin pratik yaÅŸantısında yer almaması gereken bir ÅŸey olduÄŸuna dair ilk göndermelerdir. Bunun en somut örneÄŸi, “Onlara cennette bir kâseden içirilir ki bu ÅŸarabın kanşımında zencefil vardır"61 mealindeki ayette geçen ‘zencebil’ (zencefil) kelimesidir. Klasik tefsirlerde zencefilin içkiye katılan bir madde olduÄŸu belirtilmiÅŸtir. Mesela Razi bu konuda ÅŸöyle demiÅŸtir: “Araplar, içecekleri ÅŸeylere zencefil katmayı severlerdi. Çünkü bu madde, içeceÄŸe bir tür acılık verirdi. Hal böyle olunca Allah da cennet içeceÄŸini bu ÅŸekilde niteledi."

​

Bu baÄŸlamda Kurtubi’nin ifadesi de oldukça manidardır:

“Araplar içkiye kanÅŸtınlan zencefili severlerdi. Arlah da onlann bildikleri ve beÄŸendikleri bir ÅŸeyle kendilerine hitap ederek adeta ÅŸöyle demek istedi: EÄŸer iman ederseniz dünyada sevdiÄŸiniz bu ÅŸeyin aynısı size ahirette de verilecektir."

​

Kur’an’ın Her Döneme Hitap Eden Cennet Tasvirleri

Kur’an’da, yerel ve tarihsel karakterli cennet tasvirlerinin yanında her çaÄŸa hitap eden tasvirler de mevcuttur. Nitekim bir ayette cennet, “Allah mü’min erkeklerle mü’min kadınlara içlerinde ebedi kalacakları, zeminlerinden ırmaklar akan cennetler, adn bahçelerinde güzel meskenler vaad etti. Allah rızası ise hepsinden daha üstündür. İşte en büyük saadet de budur" ÅŸeklinde anlatılmıştır. Buna göre, en büyük mutluluk Allah’ın rızasıdır. 

​

Cennet, Zuhruf suresi 71. ayette de “Gönüllerin özleyeceÄŸi, gözlerin hoÅŸlanacağı her ÅŸey orada mevcuttur...” ÅŸeklinde tarif edilmiÅŸtir. Cevzi’nin ifadesiyle Allah cennetteki nimetleri bu iki vasıf altında hülasa etmiÅŸtir: Birincisi, canların çektiÄŸi; ikincisi de gözün görmekten hoÅŸlandığı her ÅŸey...

 

Bu nitelemenin bir baÅŸka varyantı, Fussilet suresi 30-2. ayetlerde meleklerin dilinden ÅŸöyle aktarılmıştır: “Biz dünya hayatında da ahiret hayatında da sizin dostlarınızız. Canlarınız ne isterse, gönlünüz ne dilerse burada sizin için hazırdır. Bütün bunlar, bağışlayıcı ve esirgeyici Allah’ın bir ikramıdır."

​

Secde suresinde ise, “Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını bilemezler” ÅŸeklinde bir beyanda bulunulmuÅŸtur.

​

Kutsi hadis olarak deÄŸerlendirilen bir rivayette de ÅŸöyle denilmiÅŸtir:

“Ben salih kullarım için hiçbir gözün görmediÄŸi, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insan zihninin tasavvur edemeyeceÄŸi mutluluklar hazırladım."     

   

Sonuç ve DeÄŸerlendirme

Bütün bu Kur’ani ve nebevi beyanlardan ortaya çıkan sonuç ÅŸudur: Cennet, aklın kuÅŸatması mümkün olmayan bir sonsuz mutluluk yurdudur. Ancak bundan, gnostik öÄŸretilerdeki, insan nefsinin ÅŸu an içinde bulunduÄŸu süfli alemden asli mekânı olan ulvi aleme yükseliÅŸinde ifadesini bulan salt soyut manevi hazlardan ibaret bir yaÅŸantı formunu sembolize eden bir cennetten söz ettiÄŸimiz ÅŸeklinde bir sonuç çıkarılmamalıdır. Bilakis, Kur’an’ın tasvirlerinden de açıkça anlaşıldığı gibi, cennette cismani hazlardan ve maddi nimetlerden istifadeye mebni bir yaÅŸamın olacağı aÅŸikâr gözükmektedir. Mamafih, bu hazlar ve nimetler, Kur'an’ın örneklerdekileriyle sınırlı deÄŸildir. Zira, başından beri tekrar tekrar vurgulandığı üzere, Kur’an’ın özellikle Mekki surelerde betimlediÄŸi cennet, tamamen nüzul sürecindeki ilk muhatapların zevklerine göre dizayn edilmiÅŸtir. Buna karşın, cenneti, arzulanan her ÅŸeye sahip olunan bir yer ÅŸeklinde betimleyen ayetler çerçevesinde düÅŸündüÄŸümüzde, bunun zirvesinde Allah’ın rıza ve hoÅŸnutluÄŸunun yer aldığı sonsuz nimetlere mahal teÅŸkil eden bir ebedi mutluluk yurdu olduÄŸunu rahatlıkla söylememiz mümkündür.

​

Mamafih, Müslümanların zihinlerindeki egemen tasavvurun, Kur’an’daki her lafzın her çaÄŸa hitap ettiÄŸi ÅŸeklindeki bir ön kabul üzerine bina edilmiÅŸ olmasından dolayı, söz konusu tikel cennet tasvirlerinin aslında yerel ve tarihsel tasvirler olduÄŸunu söylemenin, geleneksel anlayış nezdinde hiçbir ÅŸekilde hüsn-i kabul görmeyeceÄŸi aÅŸikardır. 

​

Kur'an'ın Cehennem ve Azap Terminolojisi

Kur’an’ın yetmiÅŸ yedi ayetinde geçen cehennem kelimesi, bu ayetlerin tümünde herhangi bir sözlük anlamı taşımaktan ziyade azabı hak edenlerin iskân mahalli olarak tasvir edilmiÅŸtir.

​

Cehennemle ilgili ayetlerde geçen isim ve sıfatların kahir ekseriyeti, ateÅŸ ve bu ateÅŸin yakıcılığını ifade etmektedir. 

​

Azaba gelince; bu kelimenin semantik örgüsünde ‘ÅŸiddetli acı verme, iÅŸkence ve eziyet gibi anlamlar mevcuttur. Genellikle ilahi emirlere karşı gelenlere verilen cezanın adını ifade eder. 

Kur’an’daki tasvirlerden anlaşıldığına göre uhrevi azap salt ateÅŸten ibaret olmayacak; azap görenler ise ateÅŸe bağışıklık kazanmanın neticesinde sükûn bulup rutinleÅŸen bir yaÅŸantı sürmeyeceklerdir.   

​

Hiç ÅŸüphesiz, ateÅŸe atılıp yakılmak istisnasız tüm insanlar için çok korkunç bir azaptır. Tabiatıyla bu tür bir azap Kur’an’ın ilk muhatapları için ne kadar ürkütücü ise, dünyanın bugünkü sakinleri için de aynı oranda ürkütücüdür. 

​

İbn Kuteybe (ö.889), Kur'an’da cehennemliklerin yiyecekleri arasında sayılan dari' (GaÅŸiye 6) kelimesine yönelik izahlarını ÅŸu cümleyle noktalamıştır:

“Allah bize kendi katındaki gaybiyatı, bu dünyada algıladığımız nesneler üzerinden anlatmaktadır. [Ancak) isimler aynı, manalar farklıdır.”

​

Evet, mana ve mahiyet farklıdır; ancak cehennemdeki azap hakkında bir fikir edinmek de mümkündür. Zira, cehennem ve azap tasvirlerinde kullanılan bazı motifler, nesneler dünyasından seçilmiÅŸtir. Bunların öz nitelikleri bizce meçhul olmakla birlikte, görüngüleri vahyin nazil olduÄŸu coÄŸrafyada mevcuttur. ÖrneÄŸin, zakkum, Saffat suresi 64-68 ve Duhan suresi 43-46. ayetlerdeki tasvirlere göre cehennemin dibinde bitip yetiÅŸen bir aÄŸaç olup tomurcuklan adeta ÅŸeytanın baÅŸlan gibidir. Arap dilinde yemek, yutmak ve bir ÅŸeyi nahoÅŸ ÅŸekilde yemek gibi anlamlar içeren zakkumun bir aÄŸaç türü olarak Araplar nezdinde bilinip bilinmediÄŸi konusu tartışmalı olmakla birlikte, klasik tefsirlerdeki kayıtlar bu aÄŸacın Arap Yarımadası’nda veya en azından OrtadoÄŸu muhitinde bilindiÄŸini ifade eden görüÅŸün daha kuvvetli olduÄŸunu göstermektedir. Basra dil ekolüne mensup Kutrub (ö. 821)’a göre zakkum, Sina Yarımadası’ndan Arabistan’ın batı ve güney kesimine uzanan dar bir kıyı ovası konumundaki Tihame bölgesinde yetiÅŸen, meyvesi acı bir aÄŸaç türüdür. Zakkumun sert, pis kokulu ve meyveleri ‘ÅŸeytanların baÅŸları’ diye anılan bir çöl aÄŸacı olduÄŸu veya öldürücü zehiri olan tüm aÄŸaçların müÅŸtereken zakkum diye isimlendirildiÄŸi de ifade edilmiÅŸtir.   

   

Dari de gerçekte bir çöl bitkisidir. GaÅŸiye suresi 6. ayette geçen ve “ne açlığı giderir ve ne de besin deÄŸeri vardır” ÅŸeklinde tavsif edilen dari, Hicaz bölgesinde yetiÅŸen dikenli bir bitki türüdür. Son derece pis bir kokusu ve öldürücü zehiri olduÄŸu belirtilen bu bitki yiyeceklerin en kötüsü ve en berbatı olarak nitelenmiÅŸtir.

bottom of page