Arayan Ä°nsan
Ä°slam'a GiriÅŸ

Kur'an-Dil Ä°liÅŸkisinin Mahiyeti Üzerine
Prof.Dr. Süleyman Gezer'in Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre Kur'an (Ankara Okulu: 2015) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Kur'an-ı Kerim, tarihin belli bir döneminde, belli bir topluma Arapça olarak vahyedilmiÅŸtir. Arapça olarak vahyedilmiÅŸ olması, esasen vahyin indiÄŸi toplumda konuÅŸulan dil dizgesi arasında bir aykırılığın olmaması anlamına gelir. Böyle bir aykırılığın olması durumunda vahyin mesajının anlaşılması mümkün olmazdı. Dolayısıyla Kur'an'ın kendisine muhatap seçtiÄŸi insanlarla anlaÅŸabilmesi ve anlamlı bir iliÅŸki kurabilmesi, onların diliyle seslenmesini zorunlu kılmıştır. Zaten Kur'an sıkça kendisinin “Arapça bir Kur’an” olduÄŸunu vurgular.
​
Vahiylerin iletilebilmesi, ancak içinde yaÅŸanılan kültürün diliyle ifade edilmek suretiyle mümkün olabilmektedir. Ä°zutsu bu gerçeÄŸi ÅŸöyle dile getirmektedir:
Semitik asıllı üç büyük din yani Yahudilik, Hristiyanlık ve Ä°slamiyet'in en karakteristik ve ayırt edici müÅŸterek yanı bunlara göre gerçeÄŸin tek garantisinin, Allah tarafından vahyedilmiÅŸ olmasıdır. Ancak Allah'ın vahyettiÄŸi ÅŸey gerçektir. Vahiy gerçekliÄŸin teminatıdır. Ä°slam’a göre vahiy Allah'ın konuÅŸmasıdır. Fakat insana ait olmayan esrarengiz bir dille deÄŸil insanın açıkça anlayabileceÄŸi bir dille konuÅŸmasıdır. Burası çok önemli bir husustur. Bütün Ä°slam kültürü esasını ÅŸu tarihi gerçekten alır. Allah insana, insanın konuÅŸtuÄŸu dille hitap etmiÅŸtir. Bu Allah'ın sadece kutsal kitap göndermesi demek deÄŸil; bizzat Allah'ın konuÅŸmasıdır. Ä°ÅŸte vahyin manası budur. Vahiy birinci derecede dille alakalıdır.
​

Kur'an'ın Sözlü Bir Hitap Olması
Dücane CündioÄŸlu'nun Kur'an'ı Anlamanın Anlamı (Kaknüs: 2005) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
​
Kur’an-ı Kerim yirmi üç küsur yıllık bir zaman diliminde peyderpey nazil oldu. Ä°lk önce, yeryüzünün belli bir bölgesinde (Hicaz’da) yaÅŸayan insanlara, Peygamber efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a) zamanında ve onun yaÅŸadığı topraklarda yaÅŸayan insanlara hitap etti; büyük ölçüde okuma-yazma bilmeyen ümmî insanlara...
​
Ä°ÅŸte bu nedenle, okunan manasında bir okuma eyleminin adıdır Kur’an. Muhataplarına okunan ve muhataplarınca iÅŸitilen bir kelâm’dır.
-
Kur’an okunduÄŸunda onu dinleyin ve susun ki rahmet olunasınız. (A‘raf: 204)
Bu ayette de açıkça görüldüÄŸü gibi Kur’an muhataplarına okunan ve muhataplarınca iÅŸitilen bir kelâm’dır; yani yazılan ve dolayısıyla muhataplarından okunması istenen “yazılı bir bildiri” deÄŸil, bilakis söylenen ve muhataplarından kendisine “kulak verilmesi” istenen bir söz’dür. Nitekim “kulak vermeyenler” ÅŸöyle tavsif edilmektedir:
-
Kendisine ayetlerimiz okunduÄŸunda, sanki hiç iÅŸitmemiÅŸ gibi büyüklenerek yüzünü döner. (Lokman: 7)
Kur’an’ın nazil olduÄŸu sıralarda, o bugün bildiÄŸimiz manada bir ‘kitap’ halini almamıştı, aldığında ise adı ‘mushaf’ oldu. Ä°lahı kelâm’ın ilk muhataplarına iÅŸitecekleri bir sözlü hitap ÅŸeklinde iletildiÄŸine dair ÅŸu ayetler bir misal olarak verilebilir:
-
Kâfirler derler ki: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin...” (Fussilet: 26)
-
Rasûl’e inzal edileni iÅŸittiklerinde... (Mâide: 83)
-
Ä°çlerinden seni iÅŸitenler vardır. Fakat biz onu anlamalarına mâni olmak için kalplerinin üstüne kılıflar, kulaklarına da ağırlık koyduk. (En’âm: 25)
-
Kendilerine rablerinden gelen her ikazı mutlaka alaya alarak dinlerler. (Enbiya: 2)
-
O kâfirler zikr’i iÅŸittiklerinde; neredeyse... (Kalem: 51)
Bu ayetlerin de açıkça gösterdiÄŸi üzere Kur’an-ı Kerim nazil olduÄŸunda Hz. Peygamber (s.a) tarafından meÅŸfuhen okundu ve muhataplarınca iÅŸitildi.
​
Sözlü Hitabın Üslubu
Kur’an’ın evvelemirde bir ‘sözlü hitap’, bir ‘konuÅŸma’ olduÄŸu dikkate alındığında, onun, sözlü hitabın dilini kullanmış olduÄŸu da kabul edilmek zorundadır; zira bir düÅŸüncenin sözlü ve yazılı anlatımında kullanılan üslup birbirinden çok farklıdır. Mesela bir vaizin vaaz sırasında muhataplarına maksadını dile getirme biçimi de bir yazarın veya bir romancının söylemek istediklerini dile getirme biçimi (hatta ÅŸiir söyleme ile ÅŸiir yazma dahi) birbirinden farklı teknikler kullanmayı gerektirir.
​
Kısacası, masa başında kitap yazmak ile kürsüde cemaate vaaz etmek arasında fark vardır. Söz gelimi vaiz dinleyicilerini heyecanlandırmak için çeÅŸitli tonlamalara baÅŸvurmakla yetinirken, yazar —mesela— imla iÅŸaretlerini ustaca kullanmak ya da geniÅŸ tasvirler yapmak suretiyle okuyucusunu konunun içerisine sokmak zorundadır. Vaiz konuÅŸması esnasında tekrarlar yapabilir, konudan konuya adayabilir, bazen sesini yükseltir, bazen sesine hüzünlü bir ton verir, sözlerini mimiklerle, el-kol iÅŸaretleriyle süsleyebilir, kısaca o anda kendisini dinleyenlerin sadece kulaklarına ve beyinlerine deÄŸil, gözlerine de hitap edebilir. Oysa yazar bütün bunları kalemiyle ve tasvir gücüyle gerçekleÅŸtirmek zorundadır. Kısaca vaiz, sözünü kendisini dinleyenlerin en iyi bir biçimde anlayabilecekleri bir forma sokarken, yazar da sözlerini kitabını okuyanların en iyi bir biçimde anlayabilecekleri bir forma sokar.
​
KonuÅŸan ile yazan kimselerin yaptıkları iÅŸ için en uygun biçimi kullandıklarını test etmenin yolu, yazılı bir metni dinleyicilere okumaktır. Çünkü bir konuÅŸmacı konuÅŸmasını yazılı bir metinden yaptığında, muhakkak bilmelidir ki muhatapları kendisini dinlemekten vazgeçeceklerdir; zira o, artık onların anlayacakları dilden konuÅŸmamaktadır. Bunun tersi de geçerlidir. Meselâ bir yerde yapılmış bir konuÅŸmanın teyp kayıtlan deÅŸifre edilip olduÄŸu gibi yazıya geçirilse ve sonra da okuyuculara verilse, okuyucular bu metni okumakta zorlanacaklardır. Sözün özü, usta bir yazarın kaleminden çıkmış bir metnin dinlenmesi ya da usta bir hatibin yazıya geçirilmiÅŸ hutbesinin okunması güzel bir netice vermez.
​
Bu anlatılanlar neticesinde, Kur’an’ın dinleyenleri için varid olmayan birtakım anlama problemlerinin, okuyucuları için varid olduÄŸunu söylemek mümkündür. Sözgelimi Kur’an’daki tekrarlar, zamirlerin yer deÄŸiÅŸtirmesi (birinci tekil ÅŸahıstan üçüncü tekil ÅŸahsa intikaller, vb.), konudan konuya geçiÅŸler, zikredilmediÄŸi halde, yani suali ortada olmadığı halde verilen cevaplar, isimle deÄŸil, zamir yoluyla yapılan atıflar, hazıflar, zamanı ve mekânı zikredilmediÄŸi için tahinin edilmek durumunda kalınan meseleler, niçin dile getirildiÄŸi bilinmeyen izahlar, kısaca ilk dinleyicileri için sorun teÅŸkil etmeyip dolaylı (ikincil) muhataplarının ihtiyaç duyduÄŸu tabii baÄŸlamın elemanları... Bütün bunlar, esas itibariyle konuÅŸma dilinin yapısından kaynaklanan ve hitabı yazılı metinden okumak durumunda olanlar için anlam ifade eden sorunlardır ve Kur’an'ın anlaşılması maksadıyla yazılan tefsirler de zaten bu boÅŸluÄŸu doldurmayı hedeflemiÅŸlerdir.
​
Bu konudaki düÅŸüncelerimizi takyid ve teyid etmesi bakımından Ebu’l Alâ el-Mevdudî’nin ÅŸu sözleri çok büyük bir önem taşımaktadır:
Kur’an Hz. Peygambere (s.a) hitabet parçaları ÅŸeklinde tedricen nazil olmuÅŸ, Hz. Peygamber de (s.a) hemen oracıkta bunları muhataplarına okumuÅŸtur (iletmiÅŸtir). Yazı dili ile konuÅŸma dili arasında çok önemli bir fark vardır. Sözgelimi bir meseleyi yazarak izah edeceksek, önce sorunu ortaya koyar, sonra izah etmeye geçeriz. Oysa hitabette, zaten söz konusu meseleyi ortaya atanlar hazır bulunduÄŸundan, muhaliflerin her dediÄŸini beyan etmeye gerek duyulmaz. Ancak konuÅŸmacı, sözün geliÅŸi içerisinde bir cümleyle onların dediklerine deÄŸinir.
Yazarken baÅŸka bir hususa deÄŸinilmek istendiÄŸinde, sözün akışının bozulmaması için, bu husus ara bir cümleyle ele alınır. Fakat konuÅŸmacı ses tonunu kullanarak birçok ara cümleler kullanabilir ve buna raÄŸmen sözün akışında bir kopukluk meydana gelmez. Yine bir konu yazılarak ifade edilecekse, konunun geçtiÄŸi ortamı hiç deÄŸilse bir-iki cümleyle aktarmaya gerek duyulur. Oysa konuÅŸma esnasında, ortam ile konuÅŸma doÄŸal olarak bağıntılıdır ve konuÅŸmacı çevreye iÅŸaret etmeye gerek duymaksızın konuÅŸsa dahi, konuÅŸmada bir kopukluk ortaya çıkmaz.
​
KonuÅŸmacı mütekellim ve muhatab sigalarını, birinci ve ikinci tekil kipleri sürekli deÄŸiÅŸtirerek kullanabilir. KonuÅŸma yeteneÄŸine göre, konuÅŸmacı yer ve zaman unsurlarını dikkate alarak, karşısında hazır bulunan topluluÄŸa, bazen üçüncü tekil (gaib) sıgasıyla, bazen muhatab sığasıyla, bazen tekil, bazen çoÄŸul olarak, bazen kendi adına, bazen Ä°lahî bir kuvvet adına, bazen Ä°lahi kuvvetin kendisinden naklen konuÅŸabilir ve tüm bunlar bir konuÅŸmanın en güzel yönleri olarak takdir toplar. Fakat aynı üslup yazı yazarken kullanılsa bir irtibatsızlık, bir kopukluk meydana gelir.
​
Bu nedenle bir konuÅŸma yazıya döküldüÄŸünde okuyucunun o yazıda bir kopukluk hissetmesi doÄŸaldır. Okuyucunun konuÅŸmanın yapıldığı yer ve zamandan uzak olduÄŸu ölçüde, bu kopukluÄŸu daha çok hissedeceÄŸi ortadadır.
​
Bu yüzden Arapça bildiÄŸi halde birçok kimse, sırf Kuran’ın üslubunu kavramadığı için, Kur’an’ın üslubundaki irtibatsızlık ve kopukluktan ÅŸikayet ermektedir. Kur’an’ın kelimelerini deÄŸiÅŸtirmek haram olduÄŸundan dolayı, Arapça metindeki kopukluk ancak tefsir ve dip notlarla giderilebilmektedir. Dolayısıyla Kur’an baÅŸka bir dile çevrilirken, konuÅŸma dili de ustalıkla yazı diline aktarılırsa, bu takdirde kopukluÄŸun kolayca giderilmesi mümkün olur.
​