top of page

Kamil Mürşid’in Portresi

Necmettin Şahinler’in Merhum Prof. Dr.Ahmed Yüksel Özemre ile farklı zamanlarda yaptığı sohbetlerden derleyerek oluşturduğu Kamil Mürşid’in Portresi (Furkan Yayınları) adlı eserden kısaltılarak alınmıştır. Ara başlıklar, takibi kolaylaştırmak için bizim tarafımızdan eklenmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ahmet Yüksel Özemre’nin Manevi Yolculuğu

N.Şahinler: Lise yıllarınızda manevî bir değişiminizden söz ediyorsunuz.

 

A.Y.Özemre:  Tabiî, yaşadığım çevre dinî bir çevre idi. Bir kere evimizde herkes namaz kılardı. Babam hâfızdı, mûsikiye son derece vakıfdı. Ve "Üsküdar ağzı" denilen, Üsküdar'a mahsus bir Kur'ân tilâvet ekolünün de son temsilcilerinden biri idi. Her perşembe akşamı, yâni cuma gecesi, onun bir buçuk/iki saat Kur'ân terennümü evde bizim huşû içinde dinlediğimiz ve iple çektiğimiz bir andı.

Bir taraftan bu, diğer taraftan da babamın arkadaşlarının bizde yaptıkları sohbetler ister istemez benim Cenâb-ı Peygamber'e karşı büyük bir muhabbetle yetişmeme sebep oldu. Ayrıca Üsküdar'da bir "Attâr Dükkânı" vardı. Ufak; onsekiz metrekarelik bir attâr dükkânı; ama buna attâr dükkânı demekten ziyâde burasına bir "Tasavvuf Akademisi" demek daha doğru olurdu. Rahmetli, kendisi imam olan Sâim Efendi amca attâr dükkânının sâhibi idi ve babamın da dostu idi. Hattâ babam gençliğinde bir müddet orada tezgâhtarlık bile yapmış.

Ben dahi gençliğimde bu dükkânda bir müddet tezgâhtarlık yaptım. Fakat beni en çok heyecanlandıran, özellikle Cumartesi günleri öğleden sonra o ufacık dükkânın içine sekiz-on tâne âlim, fâzıl, kâmil, meşâyihten ve hattâ gizli evliyâlardan oldukları söylenen bâzı zâtların gelmesi ve bunların tasavvuf sohbetleriydi. Onları hep kirpiklerime dizer, büyük bir dikkatle izlerdim. Babam beni bu toplantılara her cumartesi günü götürürdü. Babamın Tasavvuf tarafı yoktu. Merak ederdi, ama o dâima Şerîat'ta kalmayı yeğledi.

Ve orası benim tasavvufa ve İlm-i Ledün'e karşı merâkımın uyanmasına sebep olan harikulâde bir akademi oldu. Sonra Allāh rahmet eylesin, makamı Cennet olsun, Sâim Efendi amcanın yâni attâr dükkânının sâhibinin oğlu büyük sanatkâr, ebrû üstâdı Mustafa Düzgünman, onbir yaşımdan itibaren orada benim duymuş olduğum tasavvuf sohbetlerini daha da tahrik eder bir duruma girdi. Ve ben onbir yaşımdan itibaren, büyük bir mistik heyecan içinde, hep aradım. Kendime rehber olacak, beni bütün bu ham hâlimle, ham ervahlığımla kabûl edecek bir zât aradım. Ama bunu da dile getiremedim. Yâni açıkça tâlib olamadım. Fakat bu heyecanım gitgide arttı ve Galatasaray Lisesi'nin 9. sınıfında iken bende, mistik bir heyecanla, "sürekli oruç" tutma isteği doğdu. Ve babama bunu açtım, babam da karışmadı bana.

Ve ben Galatasaray Lisesi'nin 9. sınıfından itibaren, Ramazan ve Kurban bayramları hâriç olmak üzere, üç buçuk sene müddetle sürekli oruç tuttum. Üç buçuk seneden sonra da iki buçuk sene kadar Savm-ı Dâvûd tuttum; yâni peşpeşe bir gün oruçlu ve ertesi günü oruçsuz olmak üzere iki buçuk sene daha oruç tuttum; ama bu son safhada çok mubârek bir zâtın etkisi oldu. O da şöyle:

Mâlûm, eski zamanlarda televizyon yok, radyo yok vs yok. Gençler daha ziyâde mûsiki sohbetleriyle eğlenirlermiş. Babam ve iki amcam da gençliklerinde mûsikiye olan telkînları dolayısıyla gâyet güzel sohbet eder, terennüm eder, çalgılar çalarlarmış. Rahmetli küçük amcam Şevket Bey kimyager ve eczâcı, son derece zarif bir zâttı. Keman, lâvta, ud, piyano, kemençe ve ney çalardı. Beste yapar, şiir yazar ve mevlevî meşrep bir zâttı. Hep ömrü hayatında bir mevlevî şeyhine intisâb etmeyi ümit etmiş; fakat böyle bir şeyh bulamayınca karşısına Cenâb-ı Hakk Halvetiye'nin Uşşâkiyye kolundan bir kâmil insân çıkarmış. O'na intisâb etmiş. Efendisi vefat ettikten sonra da O’nun yerine geçen halîfesiyle bir gün konuşurlarken: "Efendim; benim bir yeğenim var, üç senedir devamlı oruç tutuyor" demiş. Bu, kendi efendisi hazretlerini ilgilendirmiş olacak ki: "Şevket Bey o zâtı bize gönderin" demiş.

Hiç unutmam Galatasaray Lisesi'ni bitirdiğim 1954 senesinde Ağustos ayıydı, Şevket amcam bir gün bize öğle yemeğine geldi. Annem ve ağabeyim amcam ile birlikte sofraya oturdular. Ben de oruçlu olduğum halde onların yemeğine değil, sohbetlerine iştirak etmek üzere sofraya oturdum. Sofrada amcam bana hitâben: "Yükselciğim, biliyorsun ben çok mübarek bir zâttan feyz almaktayım. O'na devamlı sûrette oruç tutan bir yeğenim olduğunu söyledim; O da bana: Şevket Bey, o zâtı bize gönderin dedi. Böyle bir zâta gitmek ister misin?" deyince ben fevkalâde heyecanlandım. Çünkü senelerden beri beklediğim böyle bir imkân idi.

Hiç unutmuyorum, adresini kaydettim: "Beyazıt, Soğanağa mahallesi, Âb-ı Hayat sokağı, Penah apartmanı,2/2". Ve bunu arka cebime koydum. Fakat araya yaz girdi, ondan sonra üniversiteye girdim. Üniversiteye girdikten bir ay sonra sanırım 1954 senesinin Kasım ayının sonu ya da Aralık ayının başlangıcı idi. Bir gün derslerden çıktıktan sonra baktım ki vaktim var, haydi şu mubârek zâtı bir ziyaret edeyim dedim. O mubârek zâtı ziyaret etmek için kapısını çaldım. Aşağı yukarı bir 15-20 sâniye kadar bir zaman bekledikten sonra karşıma orta boylu, hârikulâde güzel sakallı, fevkalâde nâfiz bakışlı, insâna tesir etmemesi mümkün olmayan harikulâde mubarek bir zât çıktı. Kapıyı açtı, şöyle yukarıdan aşağı beni bir süzdü: "Evlâdım bizi çok beklettin" dedi. Yerin dibine girdim tabiî. Hemen kemâl-i hürmet ile içeri girdim, elini öptüm. Ben bu zât-ı muhteremden beş sene, yâni kendisi 4 Temmuz 1959'da Hakk'a yürüyünceye kadar, çok istifâde ettim.

Bu zât benim kontrol edemediğim mistik heyecanımı kontrol altına aldı. Bana "Evlâdım; bu hergün tutmakta olduğun orucu Savm-ı Dâvût'a çevireceğiz; yâni bir gün tutacaksın, bir gün tutmayacaksın" dedi. Ve bu zât-ı muhterem ile beş sene hemdem oldum. Çok büyük himmetlerini gördüm. Bilhassa geçirmiş olduğum ameliyatlar esnâsında, hayatî tehlikeler esnasında himmeti her an dâim oldu. Ve kendisinin vefâtından sonra da O'nun yerini alan zâttan, bu zâtın 1 Nisan 1994'deki vefâtına kadar, 35 sene feyz aldım.

Tasavvuf ve Ledün İlmi

...

A.Y.Özemre: İlm-i Ledün ya da Ledün İlmi dediğimiz, Kur'ân'da da geçen bir ibâre…

N.Şahinler: Peki tasavvuf sözcüğüyle bunu özdeşleştirmek mümkün müdür?

A.Y.Özemre: Tasavvuf ondan biraz farklı. Şimdi tasavvuf dediğiniz zaman insânın aklına daha ziyâde felsefe geliyor. Yâni eğer siz tasavvufu sâdece söz kalıplarından ibâret farzederseniz, sâdece felsefe yapmış olursunuz. Ve bu kısır bir alandır! Bir takım kavramları ele alır, bunlardan bir sistem kurarsanız ve bu sistem üzerinde akıl yürütecek olursanız… bu düpedüz felsefedir. Tabiî bundan da zevk alan insânlar vardır. Felsefenin bir kısmı metafiziktir; tasavvuf da metafiziğe girer. Ama eğer böyle lâf kalıplarından vazgeçip de bunu hâl edinmeye çalışacak olursanız, o zaman sizde yavaş yavaş İlm-i Ledün de teessüs eder. Çünkü esas olan bu hâli giyinmek, dünyaya başka bir vizyonla bakabilmektir. Ve bu vizyonun da Cenâb-ı Peygamber'in vizyonuna uygun olması gerektir.

Hani "akıl sınır tanımaz" dedik ya. Felsefe ise hiç kere hiç tanımaz. Felsefede istediğin gibi akıl yürütebilirsin. Ve eğer temkin sâhibi değilsen bunun nereye gideceğini de bilemezsin. Ama eğer nefsini ilk önce zapturabt altına alır, bir nefis terbiyesiyle bu işe başlayacak olursan, ilk önce temyizi ve temkini öğrenirsin…

Ledün İlmi ve Tarikat Zaruri midir?

N.Şahinler: Önce şunu sorayım hocam. Bu bizim toplumumuzda çok soruluyor. Belki biraz avâmî bir soru olacak. Yâni insânlar hep böyle birşeyler ararlar; buna bazen dâvet edildikleri de olur. Tüm insânlar bu sizin söylemiş olduğunuz İlm-i Ledün veyâ bunun pratiğini veren kurum olarak tarîkatlardan nasiplenmek zorunda mıdırlar? Bir insân için bunun gerekliliği/mecbûriyeti var mıdır?

A.Y.Özemre: Hayır, hayır... Bir kere bu yanlış anlaşılmayı düzeltelim. Herkes İlm-i Ledün sâhibi olamaz. İlm-i Ledün sâhibi olmaya da mecbur değildir. Cenâb-ı Hakk çok büyük bir merhametle insânların Kendi rızâsını kazanması için lâzım gelen asgarî şartları tesbit etmiş ve Cenâb-ı Peygamber ile bunu bildirmiştir. Nedir bu? Bu: Şerîat'tır. Şerîat'ta bütün insânlar birleşir. Ve bu Cenâb-ı Hakk'ın rızâsını kazanmak için en asgarî şarttır. Bir kimse Şerîat'in hükümlerini yapacak olursa muhakkak ki Cenâb-ı Hakk'ın kendisine vaad ettiği rızâsını kazanır. Bu da kendisi için yeterlidir!

Şimdi eğer bir insânda, çok özel olarak bir yetenek var da Şerîat'la iktifâ etmez, Şerîat’ın arkasındaki ilâhî Hakîkatları anlamak ister, Allāh 'a karşı herkeste zuhur etmeyen büyük bir aşk duyar ve bu aşkı bir yakınlık, Allah'a bir kurbiyyet olarak kabûl eder ve bu kurbiyyeti arar ise, işte o zaman İlm-i Ledün hususunda kendisini eğitecek bir Mürşid-i Kâmil'e, bir kâmil yol göstericiye, reşit kılıcıya, olgunlaştırıcı bir kimseye müracat etmesinde isâbet vardır.

İnsân kendi kendine olgunlaşmaz. Biz ilk mektebi bitirmek için bile kaç tâne hocanın rahle-i tedrîsinden geçmişizdir. Kezâ ortaokulda da, lisede de, üniversitede de kaç hocanın rahle-i tedrîsinden geçmişizdir. İlim kendi kendine iktisâb edilmez. İlim muhakkak bir hoca tarafından öğretilir. İşte lüdünnî ilimler de sizden daha önce bu yolu geçmiş, bu yolun dikenlerini, tuzaklarını bilen ve sizi de bu tuzaklardan, dikenlerden koruyacak olan bir kâmil mürşidin nezâretinde öğrenilir. Ama tekrar ediyorum, herkes için böyle bir zorunluluk yoktur.

Bir mürşid-i kâmil'e intisâb etmek için muhakkak sûrette bir talep lâzımdır. İnsân içinde bir iştiyâk duyacak ve Allāh lütfetmişse bir mürşid-i kâmili bulacak. Maalesef bu yolun pek çok eşkiyâsı da vardır, onu da söyleyeyim.

Şerîat'te kaldığınız müddetçe kimse size bir şey demiyor ki! Bizim sözümüz hep Şerîat’ın ötesinde bir isteğiniz var ise. Gâyet tabiî Şerîat içinde kalıp da, Şerîat’ın size yüklediği şeyleri yaparsanız kimsenin size söyleyecek hiç bir şeyi yoktur. Ve muhakkak ki, Şerîatın bütün kurallarını yerine getiren kimselere Allāh 'ın âhireti ve cenneti vaad edilmiştir. Allāh 'ın vaadi haktır, hiç korkunuz olmasın!

Ve bununla iktifâ ediyorsanız ne mutlu size! Ama bunla iktifâ etmeyenler de var. Bizim sohbete başlarken vurguladığımız şu: Adam diyor ki: "Ya Rabbi! Ben seni daha yakından tanımak istiyorum. Kur'ân'ı okuyorum sana âşık oluyorum. Ama beş vakit abdest-namaz bana kifâyet etmiyor. İçimden gelen aşk, içimden gelen cezbe beni sana öylesine çekiyor ki, sana kulluğumu her an hissetmek istiyorum. Ben namaz kılmakla sana kulluğumu hissetmiyorum. Sen bunu zâten emretmişsin. Ben senin zâten kulunum. Ben sana daha fazla hizmet etmek istiyorum. Seni sevmek istiyorum. Sana âşık olmak istiyorum. Ve bunun idrâkini her an zinde tutmak istiyorum. Ama yalnızca namaz kılmakla ben sana âşık olamıyorum ki!"

İşte bu raddeye geldiğiniz takdirde bir Mürşid-i Kâmil aramanız lâzım. Bulduğunuz Mürşid-i Kâmil ise sizin yeteneğinize bakarak diyecek ki, "Evlâdım hiç boşu boşuna uğraşma sen zâten doğru yoldasın. Şerîat’a devam et". Yâhut da: "Benim güzel evlâdım, sen hakîkaten yeteneklisin. Seni mürîd olarak kabûl ediyorum. Seni bu yolda yetiştirmek benim boynumun borcudur" diyecektir.

Biz Şerîat’la teklif olunmuşuzdur ve Şerîat farzdır. Ama tarîkat diye bir mecburiyetimiz yok. Onu çok iyi belirtmek isterim. Farziyeti olmayan bu müessese de ancak istekli ve yetenekli olanlara açık olmalıdır.

Binâenaleyh Tarîkat’a girmek yâni İlm-i Ledün sâhibi olmak ancak ve ancak bunun tâlibleri içindir. Bir de şu tehlike vardır. Allāh korusun insân Şerîatten Tarîkate geçer. Bu işi kıvıramaz. Hem Şerîatinden olur, hem Tarîkatından. Bütün ahiretini de rezil rüsvay eder. Bu tehlike gerçekten de mevcûddur. Onun içindir ki kâmil şeyhler hiç bir zaman kimseyi zorlamazlar. O yetenek onda yoksa onu kabûl edip de dünyâ ve âhiretini rezil etmezler. Onu sâdece muhib mertebesinde bırakırlar. Gider gelir, Mürşid’in sohbetlerine katılır ama mürşid onu zikirle yüklemez. O kimse mürşide gidip gelmekle kendi Şerîat seviyesinin birazcık üstünde bir idrâk ve muhabbet hâlesine dahil olur, kendisini günâhtan korumuş olur.

Sohbetimin başındanberi şunu anlatmaya çalışıyorum: tarîkata girmek ve nâfilelerle ibâdet yapmak farz değildir. Allāh bunu bize yüklememiştir. Senin için farz olan Şerîat’tır. Yâni "emri bil mâ’ruf ve nehy-i anil münker". Sen bunu yapabiliyorsan ne mutlu sana! Dört başı mâmur yapıyorsan, eli öpülecek insânsın.

Bakın Cenâb-ı Peygamber'in bir hadîs-i şerifi var. Diyor ki: "Asr-ı Saadette eğer İslâm yüz cüz ise, bunun bir cüzünü yapmayan Cehenneme gider. Ama öyle zaman gelecektir ki, İslâm akaidinin yüz cüzünden bir tanesini yapan Cennete gidecektir" Kanaatimce işte böyle bir zamanda yaşıyoruz. Hayat çok zor. Hepimizin sırtında büyük yükler var. Geçim yükü var, birbirimiz ile münâsebetlerimizde yük var, âmirlerimizle memurlarımızla sıkıntılarımız var, şu var bu var, bir sürü sıkıntımız var.

Bu durumda hakîkaten Şerîat’ın bütün hükümlerini yapmak çok büyük bir fazilet istiyor. Bunu yapabilen başımızın tâcı. Ona hiç bir sözümüz yok. Onlar zâten yapılacak. Gene söylüyorum: Yanlış anlaşılmasın! Hani bütün bunlara rağmen insânın içinden öyle bir cezbe gelirse bu takdirde ne yapmak lâzım gelir? Onu anlatmaya çalıştım. Yoksa Tarîkat’a girmek de İlm-i Ledün öğrenmek de farz değildir.

Mürşide Bağlanmak Şirk midir?

N. Şahinler: İslâmiyet temelinde tüm otoriteyi Allāh inancına bağlayıp insâna mutlak bağımsızlık tanırken, tarîkat ve mürşid kavramlarında ortaya çıkan özel otorite nedeniyle bir çelişki ve sonunda bir şirk tehlikesi yok mu?

A.Y.Özemre: Hayır yok. Sözümüz ise kâmil şeyhleredir. Yoksa kendilerini Allāh ile insân arasında aracı olarak görenlere değil. Kâmil bir şeyh insân ile Allāh arasında aracı değildir. Hâşâ! Kâmil bir şeyh bir mürşiddir. Bir mürebbidir, tıpkı öğrencisine bilgi aktaran ve nasıl davranmasını telkîn eden bir ilkokul öğretmeni gibi.

Ben üniversitede teorik fizik hocasıydım. Ben ilim öğretiyorum diye Allāh ile talebelerim arasında bir vâsıta mı oldum yâni? Hâşâ, sümme hâşâ! Ben sâdece ilim öğrettim. Bir mürebbi olarak ilim öğrettim. Kâmil bir şeyh de tarîkatta İlm-i Ledün'ün umdelerini vermeden önce nefs hakkında ilim öğretirken Allāh ile insân arasında aracı olmaz ki, sâdece ilim öğretir.

Eğer bir kimse şeyhini Allāh ile kendisi arasında bir aracı olarak görüyorsa, o apaçık bir dalâlet içindedir. Eğer bu fikri ona kendi şeyhi telkîn etmişse, şeyhi de apaçık dalâlet içindedir. Bunun şekki-şüphesi yoktur!

… kendilerine mürşidlik atfedenler ile, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine mürşidlik verdiği kimseleri (eğer yeterli iz'an, fehamet ve temyiziniz yok ise) biribirlerinden ayırdetmek çok zordur.

…Bu ince iş de her babayiğidin kârı değildir. Her babayiğit bu işe soyunamaz. Her soyunan babayiğiti de kabûl etmezler. Bu nefesimi onun için tüketiyorum ki, "Aman iki gözümün nûru dostlarım, bu iş çok tehlikeli bir iştir. Siz, siz olun, bırakın Şerîat mertebesinde kalın. Hele hele vehmini ilim sanan mürşid bozuntularının sakın peşinden gitmeyin!"

Tasavvuf Sadece İslam’a Has Bir Olgu mudur?

N. Şahinler: Bir de ister istemez insanın aklına: “Tasavvuf acaba yalnızca İslâm’a mı aittir?” diye bir soru takılıyor. Bu konuda da bizi aydınlatabilir misiniz?

A.Y.Özemre: Tasavvuf yalnızca İslâm’a has bir olgu değildir. İslâm Tasavvufu’nunkine benzer bir âlem telâkkisi târih boyunca Çin’de de, Hind’de de, Mısır’da da, Yunan’da da, Almanya’da da, İsveç’de de, Fransa’da da, İtalya’da da, ve ilh ... farklı zamanlarda, farklı kılıklarda, farklı terminolojilerle zuhur etmiştir. Bu farklı zuhurların biribirlerine bir sebeb-sonuç ilişkisi içinde bağımlı oldukları çoğu kere iddia edilmişse de bunun imkânsızlığı pekçok kere ayrıntılı incelemelerle ortaya konulmuştur. İslâmî Tasavvuf’un temelinde Kur’ân’ın bulunduğunu ise Louis Massignon pek güzel bir şekilde müdafaa ve ispat etmiştir. Bu konudaki en kapsamlı incelemelerden biri de Muhyiddin İbn Arabî’nin âlem telâkkisi ile Lao-Tzû ve Çuang-Tzû’dan neşet eden Tao-culuk doktrininin âlem telâkkisinin mukāyesesi konusunda Prof.Dr. Toshihiko İzutsu tarafından yapılmıştır.

Toshihiko İzutsu bir yandan İbn Arabî’nin Fusûs isimli kitabında sergilemiş olduğu Vahdet-i Vücûd doktrinine dayalı âlem telâkkisinin anahtar-kavramlarını, diğer yandan da Lao-Tzû’nun Tao Tê Çing ve Çuang-Tzû’nun da Kitap başlıklı kitaplarında sergilenmiş olan âlem telâkkisinin anahtar-kavramlarını semantik bir incelemeye tâbi’ tutarak incelemiş her iki âlem telâkkisindeki anahtar-kavramların medlûllerinin âdetâ bire-bir örtüşmekte olduğunu ortaya koymuştur. Ortaya çıkan sonuç şaşırtıcıdır. Gerek İbn Arabî’nin gerekse Lao-Tzû ve Çuang-Tzû’nun âleme bakış açıları Vahdet-i Vücûd idrâkinin temelde aynı, terminolojide farklı iki versiyonu gibidir.

Çin’de MÖ IV-III. yüzyıllarda doğmuş olan, Çince konuşan iki zâtın 9.500 km uzakta, Mursiye/İspanya’da kendilerinden 15-16 yüzyıl sonra XII. yüzyılda doğmuş, Arapça konuşan bir başka zâtı etkilemiş olması ihtimâli, bir maymunun klâvyenin tuşlarına rastgele basarak Mevlânâ’nın Mesnevî’sini hatâsız yazması ihtimâli kadar imkânsızdır.

bottom of page