top of page

Tasavvufi Yolculuk (Seyr u Sülük)

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın cemâl ve celâl sıfatlarının müştereken tecelli ettiği bir varlıkdır. Cemâl tecellisinin eseri “ruh”, celâl tecellisinin eseri de “nefis”tir. Nefis ve ruh insanın vücûd mülkünde hükümranlık sevdâsında bulunan iki ayrı sultan gibidir. Tarikatların gayesi, insanın vücûd mülkünde ruhu hâkim kılmak, nefsi ona esir etmektir. Yani nefsi ahlâk-ı zemimeden kurtarıp ruhu “elest bezmi”nde verdiği ahde muvâfık şekilde sultan etmektir. İşte bu gayenin tahakkuku için tarikatlarda birtakım usûl ve esaslar vaz edilmiştir. [1]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nefis ve Ruh

Nefis lügatte, can, benlik, ruh ve süfli duygular anlamına gelir. Tasavvufta ise kulun kötü vasıfları ile yerilen huy ve fiilleri kastedilir. Her nefsin bir âlemi, seyri, hâli, vâridi, mahalli, müşâhedesi, ismi ve nuru (renk) var­dır. [2]

 

Ruh konusunda Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909) gibi bazı sûfîler sükût eder­ken, Abdullah et-Tüsterî (ö. 283/896), tbn Meserre (ö. 319/931), îbnü’l- Kayyim el-Cevzî (ö. 751/1350) ve Abdurraûf el-Münâvî (ö. 1031/1621) gibi bazı âlim ve sûfîler de fikir beyan etmişlerdir. Bunlardan bir kısmı ruh ve nefsin aynı şey olduğunu söylerken, diğer bir kısmı da bunların farklı olduğu görüşünü savunmuştur. Farklı şeyler olduğunu söyleyen sûfîlere göre canlılar ile cansızlar arasındaki en önemli fark “rûh”tur. Rûh, bedene girmiş lâtif bir cisimdir ve onun gitmesiyle hayat da gider. Rûha “nefis” denilemez. Ruh, girdiği kabın şeklini alan suya benzer. Bu görüşü savunan bazı mutasavvıflar, “nefs-i nâtıka” ile “kalbin” aynı anlamda kullanıldığını (müterâdif) ve yedi çeşit nefsin aslında tek bir nefis olduğunu ifade eder­ler. [3]

 

Seyru sülük metodu olarak “rûhânî” ve “nefsânî” olmak üzere iki tür terbiye me­todu dikkati çekmektedir. Bu metotların ya da usûl ve esasların farklılık durumlarına göre de tarikatları iki grupta toplamak mümkündür: Ruhanî tarikatlar ve nefsânî tarikatlar. [4]

 

Ruhanî Tarikatlar

Bu tür tarikatlarda sâlik, rûh”un üzerinde bulunan kesâfetin kalkması için kalb tasfiyesi ile meşgul olur. Bunun yolu da nafile ibadetler, zikir, teslimiyet, râbıta gibi mânevi gıdalarla ruhu beslemektir.Ruhanî tarikatlarda “çile” yoktur. Onun yerine ruhun saflaştırılıp “elest bezmi”ndeki mîsâka bağlı kalması için gerekli çalışmalar yapılır ve bu su­retle nefis ruhun emrine girmiş olur.Ruhanî tarikatlarda zikir “hafi” yani gizlidir, tarikat silsilesi dc genellikle Hz. Ebûbekir (r.a.) vasıtasıyla Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ulaşır. Bugün bu özelliği taşıyan tarikatların başında Nakşbendiyye gelir. Bu yolda sâlik, kalb, ruh, sır, hafi, ahfâ, letâif-i nefs, letâifü’l-küll, nefy ve isbât, murakabe gibi mertebelerden geçerek sülûkünü tamamlar. İnsan vücudunda her bi­rinin ayrı bir mahalli bulunan bu latifeler, zikir hâline yükselip tevhid du­rumuna gelince, rûh yaratılışı gereği olan marifete ererek “hakka’l-yakîn” mertebesine yükselir. [5]

 

Nefsânî Tarikatlar

Nefsin aldatıcı ve geçici arzuları ile mücâhede ve mücâdeleyi esas alan tarikatlardır. Bu tür tarikatlarda nefis için yedi perde esas alındığındanbunların her biri “esma-i husnâ dan esmâ-i seb’a nınbiriyle terbiye edilerek o isimlerin mânâsına uygun harekete alıştırılır. Şimdi bu yedi perde ya da nefsin yedi mertebesini ve tezkiye metotlarını göreceğiz. Fakat daha önce nefis/ruh kavramlarım bi­raz daha yakında inceleyelim. [6]

 

Nefsin Mertebeleri

Mutasavvıflar, gerçekte bir tane olan nef­si (nâtıka), almış olduğu sıfatlara göre isimlendirmişlerdir. 

Mutasavvıflar bunları, sâlikin sonuna ulaşıncaya kadar birer birer geçmesi gereken makamlar ve menzil­ler olarak nitelendirirler. Sülük biter; ancak tecelliler ölümden sonra bile devam eder. [9]

 

Mutasavvıflar, bu mertebeleri geçmek için yolculuğa çıkan sâliki, hac sefe­rine çıkan yolcuya benzetirler… Yolu gösterecek bir rehbere ihtiyacı vardır ki o da “üstad”dır. Rehbersiz yola çıkan yolda kaybolur ve helâk olup gider.[10]

 

Halveti geleneğine göre Nefsin mertebelerini biraz daha ayrıntılı olarak ele alalım: [11]

 

Nefs-i Emmâre

Nefs-i emmâreye Kur’ân-ı Kerim’den delil gösterilen âyet şudur: [12]

"Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefis, Rabbimin merhameti olmadıkça kötülüğü emreder” (Yûsuf, 12/53).

 

Nefs-i emmâre dairesi, nefs-i nâtıka dairelerinin en aşağısında yer alır ve hayvânî ruha bitişiktir. Bunedenle cimrilik, haset, kibir, öfke, kötü ahlâk, şehvet ve gaflet gibi hayvani sıfatlarla muttasıftır. Sahibine muhalefet et­meyi ve kötülük yapmayı emrettiği için bu adı almıştır. Bu makamın mahalli sadr; hâli hevâya meyil, âlemi şahâdet; vâridi şeriat ve seyri ilallah yani Allah’adır. Nefis, bu makamda tabiat zulmetine düşmekte; hak ile bâtılı, hayır ile şerri birbirinden ayırt edememektedir. Şeytan ise insana an­cak bu tabiat zulmeti vasıtasıyla girmeye güç yetirebilir. [13]

 

Hayvânî şehvet sahibinin nefsi za­yıflatmak için yeme-içme ve uykuyu azaltıp insanlardan uzaklaşması ge­rekir. Çünkü onun şerrinden kurtulmak, ancak onu güçsüz hâle getirmekle mümkündür. [14]

 

Bu makamda zikir, birinci isim olan "Lâ ilahe illallah” kelimesidir ve nuru mavidir. Sâlik, ayakta iken, otururken ve yatarken yani her vakit bu zikri sesli ve güçlü bir şekilde çokça tekrar etmelidir. Çünkü bu zikirden bekle­nen tesir, gece gündüz sesli ve kuvvetli bir şekilde tekrar etmekle meydana gelir. Bu şekilde devam edilirse kalb nur ve sır ile dolar. Bu kelime insan­dan hayvani sıfatları ve beşerî pislikleri temizler. Allah’a ulaşmaya mani olan perdeleri ortadan kaldırır. Hz. Peygamber (s.a.v.) de birçok hadisinde bu zikrin faziletine işaret etmiştir. Bu zikre devam eden birçok esrân müşâhede eder. [15]

 

Bu makamda zâkirin kelime-i tevhîd ile keşfedeceği ilk şey, âlemdeki “tevhîd-i ef’âl”dir ki bu makamda kulların bütün fiillerinin Allah’ın fiili olduğunu müşâhede eder. İkinci ola­rak “tevhîd-i sıfat”ı müşâhede eder; Allah ile görür, Allah ile işitir, Allah ile konuşur. Bu makamda zâkirin müşâhede edeceği şeylerin üçüncüsü, “tevhîd-i zât’tır. Mevcûdâtın tamamında Allah’ın varlığını veya “O'ndan başka her şey yok olacaktır” (el-Kasas, 28/88) âyetini müşâhede eder. Ba­zen kelime-i tevhîd ile yapılan zikirle bu üç tevhid elde edilebilir. Bu du­rumda diğer esmânın zikrine ihtiyaç yoktur; çünkü maksat (vuslat) hâsıl olmuştur. [16]

 

Sâlik, zâhirî ve bâtınî alâkalarını keserek, şeyhinden aldığı zikre âdâbına riâyet ederek yoğunlaşırsa, mülk âlemi olan şahâdet âleminden fâni olurve melekût âlemine ulaşır. Bu durumda şahâdet âlemi sâlikten gâip olur. [17]

 

Bu makamda yapılması gereken en önemli şey, kalbin gayb âleminimüşâhede etmesine mani olan kibir, hırs, kendini beğenme, şehvet, kin, haset ve öfke gibi kötü huylardan çokça zikir yaparak kurtulmaktır. Mürîd, ağyâr tozlarının kirinden temizlenmedikçe ve vücûdunu marifet nurlarınınparlaklığı ile aydınlatmadıkça şeyh, o müridi birinci isimden ikinci ismegeçirmemelidir. [18]

 

Nefs-i Levvâme

Nefs-i levvâme, hayvanı ruhtan bir mertebe daha uzak olduğu için nefs-i emmâreden daha şerefli ve daha latiftir. Bu nefsin birisi “emmâre”ye di­ğeri “mülheme”ye olmak üzere iki nispeti vardır. Eğer yakınlığı ve kalan tabiî zulmet nedeniyle “nefs-i emmâre”ye olan nispeti daha ağır basar­sa ona uyarak mâsiyet işler. Bu nedenle Allah Teâlâ onun hakkında “Ve nedâmet çeken nefse yemin ederim” buyurmuştur (el-Kıyâme, 75/2). Şayet ona mülheme nefis gâlip gelirse mâsiyetten yüz çevirip muhâlefeti terkeder. Yaptığı kötülükten dolayı da kendini yerer. Bu nedenle “çokça yeren” (levvâme) diye isimlendirilmiştir. [19]

 

Bu makamın seyri, Allah için (lillah) olup âlemi berzah, mahalli kalb, hali muhabbet ve varidi ise tarîkat'tır. Sıfatları ise kendisini yerme, fikir, ken­dini beğenme, mahlukâttan yüz çevirme, gizli riyâ, şöhreti ve baş olmayı sevme'dir. Nefiste “emmâre”den bazı sıfatlar da bulunur; ancak bunlarla birlikte nefis; Hakk’ı hak, bâtılı bâtıl olarak görür ve yukarıda zikredilen sıfatların kötü olduğunu bilir. Nefiste, ibadet ve mücâhede yapmaya ve şeriata uymaya istek vardır. Onun, geceleri ibadet etmek, gündüzleri oruç tutmak ve sadaka vermek gibi güzel ve hayırlı amelleri de vardır. Ancak onun kendini beğenme ve gizli riyâ gibi bazı kötü sıfatları vardır ki yaptığı ibadetleri ve hayırlı işleri gizlemekle birlikte insanlar tarafından görülme­sinden de hoşlanır. [20]

 

Yaptığı ibadetleri belki insanlar görsün diye yapmaz, Allah için yapar ama insanların kendisini övmesini ve hakkında güzel şeyler söylenilmesini de sever. Ancak o, bu özelliğinin çirkin olduğunun da farkındadır; ne var ki onu kalbinden tamamen söküp atamamaktadır. Eğer bunu başarabilirse ihlâsa ermiş kimselerden olur. Ancak ihlâslı bir kimse de büyük bir tehlike­nin eşiğindedir; çünkü o da ihlâslı olduğunun başkaları tarafından bilinme­sini ister. İşte buna “gizli riyâ” denir. Çünkü açık riyâ, insanlar için ibadet etmektir. Bu sıfatlarla muttasıf olan bir kimse “levvâme” makamındadır. Bu makam, amellerinde ihlâsa ermiş olsa bile, sahibini tehlikeden uzak kılmaz. Bu, nefislerinden geçip Allah’ta fâni olmak isteyen mukarrebûna nispetle ikinci makamdır. [21]

 

Sâlik, bu makamda ikinci isim olan "Allah" isminin zikri ile meşgul olur. Bu zikrin nuru sarıdır. Bu makamda ruhlar ve rûhâniyetler inkişaf eder… Zikrin faydası, ancak gece gündüz çok çok tekrar edilince görülür ve acayip hallerin zuhûruna şâhit olunur… Sâlik bu zikre çokça devam ettiği takdirde bazıgaybî hallere, melekûtî sırlara vakıf olur. Çünkü “Allah” ismi ile yapılan davete icabet edilir ve onun vasıtasıyla yapılan istek geri çevrilmez. Ancak bunun helal lokma yemek ve kalb mâsivâdan arınmış bir şekilde kemâl yo­lunda yürümek gibi iki önemli şartı vardır. [22]

 

Zikir tamamen kalbe indiği zaman lisân zikri sona erdirir ve kalbı zikir ile meşgul olur. Bu şekilde devam etmek suretiyle levvâme nefsi tezkiye eder ve kalbi zikir onun ayrılmaz bir sıfatı haline gelir ki terk etmek istese bile artık terk edemez. Zâkir, bu halde iken hiçbir sesi duymaz ve hiçbir şeyi görmez. O, bu ismin nuruyla mustağrak oldukça zâtın şuûnâtı onu kaplar ve kendisinin fanî sıfatları ortadan kalkıp geride yalnızca İlahî sıfat­ları kalır. Bu durumda ancak Allah ile konuşur, O’nunla görür ve O’nunla işitir. [23]

 

Levvâme nefisten hayvani sıfatlar tamamen kaybolduğu, emmâreden nispeti koptuğu ve kalb güzel sıfatlarla sıfatlandığı zaman zikir, mülheme nefse intikal eder. [24]

 

Nefs-i Mülheme

Nefs-i nâtıkanın üçüncü dairesi mülhemedir. Bu nefis, levvâmeden daha latif ve daha şereflidir, tabiatı, saflık ve soğuklukta su gibidir. Nûrâniyet ve ma­rifet bakımından ruha yakınlığı vardır. Bu makamın vâridi marifet, âlemi ervâh, mahalli ruh, hali aşk ve nuru kırmızıdır. Sıfatları ise cömertlik (sehâ), kanaat, ilim, tevazu, sabır, yumuşaklık (hilim), eziyetlere tahammül, insanları af ve onların özürlerini kabul etmek’tir. Bu makamda bulunanlar, asla mahlûkâta herhangi bir itirazda bulunmazlar. Şevk, ağlama, Hak ile meşgul olma, telvin, kabz ve bastın birbirini izlemesi, korkmama, ümit, zikri sevme, güler yüz, Allah ile sevinme ve ilim, marifetve müşâhede ile konuşma bu makamın diğer sıfatlarıdır. [25]

 

Bu makama “mülheme” denilmesinin sebebi, nefsin kötülüklerinin ve takvâsının Allah tarafından İlhâm edilmesidir (eş-Şems, 91/8). Bu makam­dan kurtulmak ve bir üst makama yükselmek ancak şüphenin karanlığından tecelliyâtın nuruna çıkaracak kâmil bir yol izlemekle mümkündür. Çünkü sâlikin hali bu makamda zayıftır; cemâl ve celâl tecellilerim ve kalbine gelen şeytanî ve melekî havâtırı birbirinden ayırt edemez. Bunun sebebi, tabiat özelliklerinden ve beşeriyetin gereklerinden henüz tam olarak kur­tulamamış olmasıdır. Eğer gaflete düşüp nefsinin isteklerini yerine getirir­se, sâlikin en aşağı mertebe olan “emmâre” makamına tekrar düşmesinden korkulur. Bu durumda sâlik, çok yeme, içme ve uyuma alışkanlıklarına tekrar geri döner ve insanların arasına karışır. Belki ibadetlerini aksatır ve günaha dalar; kendisini ise “muvahhid”, “eşyânın hakikati”ni bilen bir “muhakkik” olarak görüp, şeytanî tecellileri Rahmânî zanneder. [26]

 

Nefis bu makamda, serbestliğe meyilli olduğu için evrâd okumaktan ve tarikat kurallarına bağlı kalmaktan hoşlanmaz. Dördüncü makama ula­şıncaya kadar itmi’nâna ermez. Ne zaman ki sâlik bu makama yükselir, Allah’ın yardımıyla bütün nefsânî âfetlerden kurtulur. Çünkü nefis kemâl derecelerinin ilkine ulaşıp, yakınlık ve visâl esintilerini almaya baş­lar ve telvinden temkine intikal eder. Sâlik, yükselmiş olduğu bu makam­dan düşmemek için nefsin isteklerini terk etmeli ve geride kalan nûrânî perdeleri aralamaya çalışmalıdır. Yapmakta olduğu mücâhede ve riyâzete aynı şekilde devam etmelidir. Ayrıca o, bazı şeyleri şeyhinden daha iyi bil­diği zannına da kapılmamalıdır. [27]

 

Bu makamda “Hu” ismi ile zikir yapılır… Zâkirin bu isimle zik­rederken gaybî hüviyet ve mutlak ehadî zâtı kastetmesi gerekir. Çünkü bu ismin, “Esmâ-i Hüsnâ”dan olması, zâtî hüviyetin kastedilmesine bağlıdır; aksi takdirde sıradan bir zamir olur. Başlangıçta bu ismin başına “yâ” ilave edilir. Sonra bu makamın havâtırından kurtulmak için “yâ”sız olarak gece gündüz her durumda çok­ça tekrar edilir. Bu isimle, nefsin temâyül ettiği şeyler yok edilir. [28]

 

Kendinden geçinceye kadar bu zikre devam eder ve zâtî hüviyete mustağrak olur… Onun katında bütün mahlukâtın varlıkları, Hakk’ın vücûdunda helâk olur ve Hakk’ın vücûdu zâhir; mahlukâtın vücutları ise bâtın olur. Tıpkı güneşin ortaya çıkması durumunda yıldızların vücutları­nın ortadan kalması gibi…[29]

 

Bu mertebede zâkirden cüz’î akıl zâil olur ve kendisi külli akıl ile sıfatlanır. “Eşyâ’yı gerçek mâhiyetiyle idrak eder; onların gölgeler gibi olduğunu gö­rür. Basiret nuru, basar nuruna gâlip gelir ve zâhirde Hakk’ın vücûdundan başka bir şey görmez ve eşyanın varlığını Hakk’ın vücûduyla görür. Onda vehmî kuvvetler etkisiz hale geleceği için şüphe ve evhâmlar ortadan kal­kar ve ehadî zât tecelli eder. Böylece üç fenâdan ibaret olan “fenâ-yı tâm” gerçekleşmiş ve sâlik vuslata erenler arasına katılmış olur. [30]

 

Sâlikin, bu makamda insanların gözündeki kıymetini düşürmeye ihtiyacı vardır. Başkalarının gözünde herhangi bir değerinin olmaması için kendisini onlara unutturması ve değersiz sıradan bir insan görüntüsü vermeye çalışması gerekir. Öte yandan bu gibi şeyler, âşığın ho­şuna da gidebilir. Bu nedenle bu makamdaki âşığa zor gelmeyebilir. Çünkü bu makam, aşk makamıdır; âşığa da bunu yapmak zor değildir. Bu başarıldığı zaman, sâliki Rahmânî makamlardan alıkoyan şeytanî nefis ölmüş olur. Böyle bir sâlik, emir veya nehiyle ilgili rûhânî hitapları işitmeye başlar; ancak bunlara iltifat etmemelidir. [31]

 

Önceki makamlarda olduğu gibi bu makamda da sâlikin netice elde ede­bilmesi için âdâbına uygun olarak kıbleye dönmesi, diz üstü oturması ve gözleri kapalı bir vaziyette sesli ve güçlü bir şekilde zikrini tekrar etmesi gerekir. Bu hususlara dikkat eden bir sâlik, “feth”e yakınlaşmış olur. Zikir sırasında bazı vakitlerde “Hû” ismi, “illâ hû” şeklinde söylenir. Ayrıca zik­redenin, Allah’ın hüviyetinden başka bir varlık olmadığını ve mâsivânın Allah’ın sıfat ve fiilleri olduğunu âzâlarına söylüyormuş gibi zikretmesi gerekir. Bu ise, kâmillerin müşâhede ettiği bir durumdur. [32]

 

Bu mertebede sâlikin, kendisini İlahî tecellilere irşad edecek mürşide ih­tiyacı vardır. Çünkü nefis ve ruhun bu makamda bazı tecellileri vardır ki sâlik bunları birbirinden ayırt edemez ve hepsini Hakk’ın tecellileri zanne­derek doğru yoldan sapabilir. Eğer bir kimse bu mertebeye kadar mürşidsiz gelmişse, ona bu ismin zikrini bırakması ve ikinci veya birinci ismi zikret­mesi tavsiye edilir. Bu mertebede sâlike “kerâmet” verilir ve onda Nûr-i Muhammedi zuhûr eder ve özel bir velâyet olan “velâyet-i suğra” makamına dâhil olur. Bu makama girişte nefs-i mülhemeden tecelli eden kırmızı bir nûr zuhûr eder. Mürşid bundan sonra sâlike bir sonraki ismi telkin eder. Böylece sâlik, üçüncü makamdan sonra dördüncü makama yükseltilmiş olur ki, bu da nefs-i mutmainne mertebesidir. [33]

 

Nefs-i Mutmainne

Nefs-i mutmainncnin Kur’ân-ı Kerim’den delili şu âyeti kerimedir: [34]

“Ey huzur içinde (mutmain) olan nefis! Kendisi senden ve sen de kendisinden hoşnut ve râzı olarak Rabbine dön! ” (el-Fecr, 89/27).

 

Nefs-i mutmainne, mülhemeden daha şerefli ve daha latiftir. Bu nefis, Hakk’a tâbi mahzâ nûrâniyettir. İbâdete düşkün, tabiî kayıtlardan kurtulmuş ve Muhammedi ahlâk ile sıfatlanmıştır. Yakınlık elde etmek ve noksanlıklardan yüz çevirmek, fazilete rağbet etmek, ilahi sırları müşâhede etmek ve rubûbiyet ahkâmını keşfetmek için acele eder. Şer’î ahkâmı yerine getirir ve ubûdiyette itmi’nan sahibi olur; bu nedenle “mutmainne” diye isimlendirilmiştir. [35]

 

Bu makamın âlemi hakikat-i Muhammediye, mahalli sır, hali vuslat ve nûru beyaz ’dır. Sıfatları ise cömertlik, tevekkül, yumu­şaklık (hilim), ibadet, şükür, kazaya rızâ ve belalara sabır'dır. Sâlikin bu makama girdiğinin alâmeti, onun beşerî teklifi emirleri ayırt etmemesi ve Muhammedi ahlâk ile ahlâklanmasıdır. Bu makamdaki sâlik, ancak onun sözlerine uymakla mutmain olur. Bu makam, temkin makamıdır. [36]

 

Bu makamdaki sâlikin konuşması, ne kadar uzun olursa olsun dinleye­ne bıkkınlık vermez… Sâlik, bazı vakitlerde Allah’ın kendisine in’am ettiği feyiz vc hikmetleri beraber olduğu insanlara akset­tirmelidir. Öte yandan sâlikin Allah ile beraber olacağı özel bir vaktinin de olması gerekir. Çünkü bu makam, henüz kemâl derecelerinin en aşağısıdır. Daha yüksek mertebelere yani beşinci, altıncı ve yedinci makamlara çı­kabilmesi için bütün vaktini insanların arasında geçirmesi uygun değildir. Uzletin faydalı olacağmı düşündüğü zamanlarda toplumdan ayrılmalı ve uzlet hayatı yaşamalıdır. İnsanların arasında bulunmasının faydalı olduğu­nun alâmeti, meclisinde hazır bulunanların Allah’ın kendisine bahşettiği ilimden istifade etmeleridir. Bu ilim “satır” ilmi değil; “sadır” ilmidir. [37]

 

Bu makamda dördüncü isim olan “Hak” ismi ile zikir yapılır. Bu isme devam eden bir zâkirin sadrı İslâm için inşirâh bulur ve bu ismin nuru ve tatlılığı göğsüne (sadır) dolarak nefsi ve ruhu mutmain hale gelir. Zahiri ve bâtını Hakkânî tecelliler ile dolar ve nihayet Hakk’a vâsıl olması sebebiyle sırrından “Ben Hakk’ım” diye seslenir. Bu mertebede imkânı vücûd ile hakkânî vücûd arasında ayırım yapabilmek için mürşide son derece ihtiyaç duyar. Bu mertebe âriflerin akıllarını hayrette bırakır. Ârif, bu makamda Mansûr’un “Ene’l-hak" dediği gibi bazı iddia ve şathiyelerde bulunur. Sâlikin sıfatları Hakk’ın sıfatların­da yok olup sırrındaki Hak tecellileri sebe­biyle vücûdu Hakk’ın vücûdunda fani olur. Sâlik, söz konusu davalarında mazurdur; çünkü iradesi yoktur. Tasavvuf ıstılahında buna “sekr” denir. Hak ile halkı, zâhir ile mazharı birbirinden ayırt edebilen bir kimsenin, bu tür sözleri söylemesi ise haramdır. Bu mertebede sâlik bu iddialarından ancak kâmil bir mürşidin yardımıyla vazgeçer. Mürşid onu sahv ve intibah makamına ulaştırır. Sâlik, fenâ berzahından tamamen kurtulup bekâ sahiline ulaşırsa şeyhin ona hilâfet vermesi ve başka sâlikleri terbiye etmek için mürşid kılması câiz olur. Buna “hilâfet-i suğrâ” denir. “Hilâfet-i kübrâ” ise seyr u sülük tamamlandıktan ve nefis kemâle ulaştık­tan sona verilir. [38]

 

Sâlik, bu ismin mazharı olan bazı şeyleri müşâhede ettiğinde onlara iltifat etmez ve Allah’tan hizmetine mani olan şeylerin ortadan kaldırılmasını is­ter. Bu nedenle “mahfuz” olan bazı kâmil insanlar, kendilerinden herhangi bir kerâmet zuhûr edince ona iltifat etmezler ve kendilerinden kerâmet mi zuhûr etti yoksa başka bir şey mi bilmezler. Kerâmet, Allah’ın kullarına bir ikramıdır; kendisi kötü bir şey olmasa bile onu talep etmek hoş görülmez ve sâlikin Allah’a yakınlık kazanmasına mâni bir haldir. Rubûbiyet esrârı ise ancak ubûdiyetle elde edilebilir. [39]

 

Sâlikin bu makamda duâ ve evrâd okumaya meyli ve muhabbeti artar. Aynı şekilde Hz. Peygamber’i (s.a.v.) bu makamdan önceki sevgisinden daha başka bir sevgi ile sever. [40]

 

Bu makamda sâlikin karşı­laştığı bir tehlike “baş olma” sevgisidir. Nefis, meclisinde insanla­rın toplanarak kendi eliyle ihtidâ etmeleri için meşihatı ve irşad makamını elde etmesi gerektiğini sâlike telkin eder. Sâlikin buna iltifat etmemesi ge­rekir; çünkü bu, nefsin bir hilesidir. Şayet kendisinin herhangi bir talebi ve gayreti olmaksızın Allah ona meşihat elbisesini giydirirse bunun bir sakın­cası yoktur ve onun hakkında bu görev insanlardan uzak kalmaktan daha hayırlıdır. [41]

 

Evet, sâlik dördüncü makama ulaşınca nefis “mutmainne” olarak adlandırılır; fakat bu nefis henüz irşad için yeterli kemâle ermiş değildir. Bu nedenle kalan makamlarını tedricen tamamlaması gerekir. [42]

 

Nefs-i Râzıye

Bu daire (mertebe), aslında “mutmainne” dairesidir. Mutmainne nefsin kemâlâtından olan üstün sıfatlar ile vasıflanmasından dolayı bu adı al­mıştır. Bu sebeple meşâyihten bazıları mutmainneden sonraki makamlara itibar etmemişlerdir. Onlara göre mutmainne son makamdır. Râzıye ma­kamına itibar edenler, bu makamın rûhânî latîfeye benzer nûrânî bir latife olduğunu söylemişlerdir. [43]

 

Bu nefsin sıfatları, mevcûdâtta meydana gelen her şeye tereddütsüz rızâ göstermek, teslimiyet, Allah’tan başka her şey­den zâhid olmak, daimî şühûd, ihlâs ve vera’dır. Bu maka­mın hâli fena’dır. Bu ma­kamda sâlikin nefsinden bir eser olmadığı için artık o fâni olmuştur; bâkî değil. Bu makam ancak yaşanarak idrak edilebilir. Bu mertebede nurun rengi yeşil'dir. [44]

 

Bu makamdaki sâlik, hoşuna gitmeyen bir şeyi ortadan kaldırmayı veya iti­raz etmeyi düşünmez. Çünkü o, mutlak cemâlin müşâhedesiyle mustağrâk olmuştur. Ancak onun bu durumu, irşad ve nasihat görevlerini yerine getirmesine mani değildir. Sözünü işiten herkes istifade eder. Onun kalbi, lâhût ve sırru’s-sır âlemi ile meşguldür ve duâsı makbuldür. [45]

 

Bu makamın özelliklerinden biri de, sâlikin herkes tarafından sevilme­sidir. Sâlih olan-olmayan herkes bu durumu kabul eder; ancak onun asla bunlara iltifat etmemesi gerekir. Çünkü bu mertebede mahlûkâta iltifat etmek, Allah’tan yüz çevirmek anlamına gelir. [46]

 

Bu makamda, beşinci isim olan “Hay” ismi ile zikir yapılır. [47]

 

Bu merte­bede sâlike her şeyin melekûtu keşf olur; her yönden Allah’a delâlet eden âyetleri görür; varlığın tesbîhâtını işitir ve anlar. Meleklerin, melekût âleminin kapısından girip şahâdet âleminin kapısından çık­tıklarını görür. Sâlik bu mertebede kendisini daha üst bir makama çıkaracak bir mürşide ihtiyaç duymaz. Allah’ın yardımı ve himmeti sayesinde üst makamlara yükselebilir. Ancak bu mertebedeki sâlik, irşada henüz mezun değildir. Çünkü bekâ-billâh makamında tam olarak yerleşmemiştir. Halvetiye tarikatında yedinci mertebeyi tamamlamadan “hilâfet-i kübrâ” ya erişilmez. [48]

 

Sâlikin içinde bulunduğu “fenâ”nın ortadan kalkması ve “Hay” ismi ile “beka” haline geçmesi için bu zikri çokça yapması gerekir. Bunu başardığı takdirde kemâl sıfatlarıyla muttasıf olarak altıncı makama geçer. Sâlik bu durumda hadîs-i kudsîde “Ben onun işiten kulağı, gören gözü... olurum” ifadesinin mazharı olmuş olur. [49]

 

Nefs-i Merzıyye

Nefs-i merzıyye, Allah'ın kendi rızâsı için seçtiği rabbânî bir latifedir. Bu mertebeyi bütün bulanıklıklardan arındırmıştır. Bekâ-billâh, rızâ-billâh, rıfk, mahlukâta lütuf ve şefkat, hilâfet ve irşad, cem ’ ve fark ile doğru yola davet bu makamın özelliklerindendir. Bu makamın seyri, Allah’tan ('anıl- lah) olup, âlemi şahâdet, makamı hafâ, hâli hayret, vâridi şeriat, nuru si­yah ve sıfatlan güzel ahlâk, mâsivâyı terk, insanlara lütuf, onları sevme ve doğruluğa sevk etme, kusurlarım affetme’dir.  [50]

 

Bu makamda sâlike büyük hilâfet müjdeleri belirir. Bu nedenle maka­mın sonuna doğru "... Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli olu­rum...” elbisesi giydirilir ki, bu, nafilelerle elde edilen bir neticedir. Bu, Hakk’ın yardımıyla kulda meydana gelen tesir gücüdür. [51]

 

Sâlik, nefs-i râzıye makamında iken “fenâ” makamına ulaştığında “infisâl” mahallindeki beşeri kötü sıfatları yok olur ve riyâzet, mücâhede ve nâfilelerle Allah’a yaklaşması sebebiyle Allah'ın âdeti câri olur ve lütûf ve keremiyle o kötü sıfatları ortadan kaldıracak müessir sıfatlar verir. Bu biraz sonra zikredeceğimiz “hakka’l-yakîn” mertebesidir. Ancak bu gibi hususları akıl ile kavramak mümkün değildir. Ne zaman akıl ile bu konu­lar idrak edilmeye çalışılsa sonu hüsran olur. Çünkü bunlar, aklın kalıpları içerisinde bir benzerini bulma imkânı olmayan hususlardır. [52]

 

Sâlikin, … “Kayyûm” zikrini bu makamda çokça zikretmesi ve aynı zamanda şeriat ve tarikat âdabıyla edeplenmesi gerekir. [53]

 

Bu makamda sâlikin bütün varlığı içine alan bir vücûdu olur. Bu halde iken onun vücûdu bir zarar görmez. Bu mertebede sırların keşfi için mürşide ihtiyaç duyulmaz. Mürşid, sâlikin yanında ancak Allah yolunda bir arkadaş gi­bidir. Sâlik, bu mertebenin sonuna ulaştığı, kayyûmî tecelliler tamamlandığı ve siyah nur zuhûr ettiği zaman yedin­ci daireye intikal eder ve mürşidi yedinci ismi telkin eder. Böylece sâlik, altıncı makamdan sonra yedinci makama yükseltilmiş olur ki, bu da nefs-i kâmile mertebesidir. [54]

 

Nefs-i Kâmile

Nefis mer­tebelerinin en şereflisidir. Letafet ve nûrâniyette kemâl sahibidir. Rabbânî latife, Allah ahlâkının mazhan, sırların kaynağı, ubûdiyet âdabı ve muhalefeti konusundan lehine ve aleyhine olanın bilindiği bir mertebedir. [55]

 

Bu makamın mahalli ahfâ, hâli bekâ, vâridi zikredilen bütün güzel sıfatlar'dır. Allah’ın nurunda söndüğü için nuru yoktur. Anahtarı, Kahhâr” ismidir. Sâlik bu zikre devam ettikçe Allah’ın “kahr” sıfatı tecelli eder ve bu te­cellinin nuruyla geride kalan kevnî hicapları ve beşerî eserleri yakıp yok eder. Sonunda bekâ-billâh makamında yerleşir ve bu nurları bâtınında ve zahirinde görür. Neticede nefsi, saf ve hâlis bir nura dönüşür. İlâhî tecelliler birbiri ardınca sürekli olarak gelir. Bundan sonra bütün “Esmâ-i Hüsnâ” ile tasarrufta bulunur ve “velâyet-i kübrâ” ile taltif edilir ve kendisine umûmî olarak insanları terbiye etmesi için “mutlak izin” verilir.  [56]

 

Bu makam, makamların en büyüğüdür. Çünkü bu makamda bâtınî salta­nat kemâle erer, mücâhede ve zorluklar tamamlanır. Bu makam sahibi için Allah’ın rızâsından başka bir maksat ve talep yoktur. Bütün davranışları güzel olur. Nefesi ve soluğu kudreti, ilmi ve hikmetidir. [57]

 

 

 

 

Dipnotlar

[1] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[2] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[3] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[4] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[5] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[6] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[7] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[8] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[9] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[10] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[11] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[12] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[13] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[14] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[15] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[16] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[17] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[18] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[19] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[20] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[21] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[22] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[23] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[24] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[25] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[26] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[27] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[28] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[29] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[30] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[31] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[32] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[33] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[34] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[35] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[36] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[37] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[38] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[39] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[40] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[41] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[42] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[43] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[44] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[45] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[46] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[47] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[48] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[49] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[50] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[51] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[52] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[53] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[54] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[55] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[56] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

[57] Tasavvuf El Kitabı. Komisyon.Grafiker:2012

bottom of page