Arayan Ä°nsan
Ä°slam'a GiriÅŸ
Sütunların Dibinde Dua Edenler
Dursun Gürlek'in "Dersaâdet’te Ramazan AkÅŸamları " (TimaÅŸ: 2018) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Yahya Kemal Beyatlı
​
​
​
​
​
​
​
​
​
Ayasofya
Ayasofyada, ikindiden sonra, yerle beraber ve yüksek merdivenli kürsülerden vaaz eden dört vaizi, kalbimin bütün samimiyetiyle ayrı ayrı dinledim. Fakat kalbimin bütün samimiyetiyle itiraf ederim ki bu vaizlerin sözleri, Ä°slâm’ı neÅŸreden ilk âlimlerin sözleri gibi, âteÅŸin olmaktan uzak, çok uzak hatta o korun soÄŸumuÅŸ külü kadar bile müessir deÄŸildiler; dinin, sıhhatine susamış bir cemâat bu vâizlerin kürsüleri karşısında; oturmuÅŸ, derin bir hüsnüniyetle bir ÅŸey söylemelerini bekli-yordu. O cemâatin içinde bazı sîmâlar seçtim ki memleketin irfânını temsil ederler; teÅŸbihlerini çekerek dinliyorlardı. Eminim ki bu vâizleri dinlerken, benim kalbimden neler geçiyorsa, onların kalbinden de geçiyor; kendi kendime dedim ki: Bu güzide sâmilerden biri kürsüye çıksa da söylese ve bu vâiz dinlese! Dinimizin âdabına münâfı mi olur?
​
Ayasofya’da dört kürsünün önünden de derin bir inkisâr-ı hayâlle ayrıldım. Mihrâbın saÄŸ tarafında, dehliz gibi kuytu bir köÅŸeye açılan bir kapı vardır, o kapıdan geçtim orada, o kuytu köÅŸede bir nefer diz çökmüÅŸ, ellerini kavuÅŸturmuÅŸ, gözlerini kapamış, aÄŸlar gibi, derin bir vecitle dua ediyordu. Bu nefer bu mübarek günde, Ayasofya’nın bu kimsenin uÄŸramadığı kuytu köÅŸesini niçin intihap etmiÅŸ? Acaba niçin bu kadar istiÄŸrakla dua ediyor? Kürsüyle etrafındaki kalabalığa niçin karışmamış? Bütün bunları düÅŸündüm, onun hüznü beni de saldı, ben de ona yakın bir sütunun dibine oturdum, güzlerim yalnız ondaydı; uzun bir istiÄŸraktan sonra, elleriyle yüzünü kapadı, hıçkırıklarını zapt eder gibi, dizleri üstüne düÅŸtü, uzun bir müddet de öyle kaldı; kalbim hüzünle dolu, oradan ayrıldım. Cümle kapısına doÄŸru yollanırken, yine bir sütunun karanlığında tıpkı onun gibi, diÄŸer bir nefer gördüm, oturmuÅŸ gözlerini kapamış, kendi başına, herkesten uzak dua ediyordu.
​
Zannederim ki bu sütunları bunlar bekliyorlar.
​
ÅžiÅŸli
ÅžiÅŸli’de gündüz ramazan hissedilmiyor. Fakat dün gece Osmanbey Gazinosu’ndan Bomontiye doÄŸru, kaldırım üstünde yürürken, bu dümdüz cadde üzerinde Ramazan’ı hissettim. Gemici esvaplı, kısa pantolonlu, başı açık Türk çocukları el ele vermiÅŸler, küme küme geçiyorlar, arada sırada duruyorlar, fışenkler patlatıyorlar, gülüÅŸüyorlar, koÅŸuÅŸuyorlardı. Ramazan gecesinin neÅŸesini hisseden bazı aileler sokaÄŸa çıkmış genç kızlar aralarında fısıldaşıyorlar, bu Avrupa caddesini bir Müslüman ruhuyla dolduruyorlardı. Sabaha karşı, Müslüman ve Hristiyan, kapı kapı herkesi uyandıran davulundan baÅŸka ramazanlık bir ÅŸeyi olmayan bu semte, Ä°slâm’ın nuru hafif bir ışık gibi sinmiÅŸ.
​
Bu toprak TürklüÄŸün iman devirlerinden çok sonra temeddün ettiÄŸi, câmisiz, minaresiz, ezansız, ÅŸadırvansız, türbesiz, tekkesiz, kabristansız, servisiz, kitâbesiz, çeÅŸmesiz olduÄŸu için, Müslümanlığın zevkini, her sene birkaç saat, ancak böyle gezintiye çıkmış birkaç Türk ailesinin neÅŸesiyle, sabaha karşı bir davulun sesi ile hissedebiliyor.
​
Eyüp
Eyüb’ün güzîde ve mütefekkir gençlerine iftara gittim, iftardan sonra gezmeÄŸe çıktık. Bu gecenin hâtırasını hiçbir zaman unutamayacağım. Eyüb’ü sabah, öÄŸle ve akÅŸam saatlerinde, kandil günlerinde görmüÅŸtüm. Fakat gece uhrevî bir âlemmiÅŸ. Bu ramazan gecesi, teravih kılınırken, çarşıdan geçtim. Eyüb’e hürmeten tavla ve kâğıt oynatmayan o küçük kahvelerin keyif, tönbeki ve miskten mürekkep sakin bir neÅŸesi vardı. Yol üstünde Sokullu Türbesi’nin pencerelerinden baktık. Avrupa’nın göbeÄŸi sayılan bir toprakta, Hristiyan doÄŸduktan sonra Ä°stanbul’da, dünyanın en büyük saltanatım idare ederken, Müslüman olarak ÅŸehit düÅŸen bu büyük insan, bütün hanedanı ile bu ışıklı türbede istirahat ediyor kendi tabutundan kapıya kadar boy boy giden erkek ve kadın taburları, Kabe’ye müteveccih yatıyorlar, pencereden bakarken önümde bir terâvih kılınıyor sandım.
​
Sonra camiye gittik. Bahar, ramazan, gece, namaz vakti, fazla olarak yaÄŸmurdan sonra serin bir saat; bu muhite anlatılmaz bir renk vermiÅŸ; o ışıklı avlu, o bin senelik çınarların gölgesinde yer altında bir türbede yatan Çifte Gelinler’i görmek için çömeldik, yerle beraber olan pencereden baktık. Mumlar yanıyor, “Çifte Gelinler” in tabutları tellerle bezenmiÅŸ, ölüme kardeÅŸ gibi, kolkola girmiÅŸ olan bu kızlara bakarken, gözler gayri ihtiyârî doluyor; Türk ruhu, burada genç kızlığın uhrevî bir ÅŸiirini yaratmış.
​
Sâhibmakam olan Eyüb, gecenin bu saatinde, haremine çekilmiÅŸ bir pâdiÅŸâh gibi mahfî, pencereleri kapalı, yalnız etrafında yatan Fâtih adamlarından iki ihtiyar gazinin türbeleri ışıklı, onlar, Ramazan’ı rûhânî bir keyifle hissediyorlar; ikisinin de mumları yanıyor; pencereleri açık.
​
Câmiin haremi namaz saatinin hürmeti ile sessiz. Terâvih kılınıyor. Kapısına kadar, kesif bir cemâatle dolu olan câmiden, zaman zaman, müezzinlerin gür, pürüzsüz, berrak sesleri taşıyor; sonra muhit yine sakinleÅŸiyor, yine aynı sesler, daha yüksek bir vecdle yükseliyorlar, yine rûhânî bir sükût oluyor. Namaz bir ses feyezânı ile bitti. Ondan sonra Ä°lâhîler coÅŸtu. Bu cemâat bir ÅŸevk saati geçiriyordu.
​
Kalbimiz yıkanmış gibiydi. Haremden çıktık. Eyüb’ün bu saatini hiçbir zaman unutamayacağım.
