Arayan İnsan
İslam'a Giriş
Kur'ancılık Söyleminin Tutarlılığı/Tutarsızlığı
Prof.Dr. Mustafa Öztürk'ün Çağdaş İslam Düşüncesi ve Kur'ancılık (Ankara Okulu: 2013) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Kur’ancılık Söyleminin Delillerinin Eleştirisi
Başta Hz. Peygamber’in sözlü ve fiilî sünneti olmak üzere sahabe ve tâbiûndan menkul bilgi, görüş ve değerlendirmeleri, kısaca tarihsel tecrübeyi ve zengin ilmi geleneği yok hükmünde sayarak dinî ahkâmı tek kaynağa irca eden Kur'ancılık söyleminin tutarlılığı/tutarsızlığı meselesine, bu söylemin tarihteki tüm temsilcilerinin istidlalde bulunduğu birkaç ayette ne kastedildiğini tavzihle başlamak yerinde olacaktır.
Kitapta Hiçbir Şeyin Eksik Bırakılmamış Olması
Öncelikle, "Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. (En’âm 6/38) mealindeki ayetin gerçekte ne söylediğini izah etmek gerekir. Çünkü bu ayet gerek Kur’ancılar gerek bilimselci tefsirciler gerek sûfîler ya da aradıkları her şeyi Kur’an’da bulduklarına ve bulacaklarına inanan tüm çevreler tarafından en güçlü delil olarak sunulmaktadır. Klasik dönem tefsir kitaplarına bakıldığında ayetteki el-kitâb kelimesinin hemen bütün müfessirlerce, Ümmü’l kitâb, Levhi mahfuz ya da ilmi ilahi olarak açıklandığı görülür. Gerek bu izah gerekse siyak-sibak bütünlüğü ayetin, “insanlar ve diğer bütün canlı varlıkların ecelleri, rızıkları ve amelleriyle ilgili tüm bilgiler, eksiksiz olarak Allah katında kayıtlıdır" şeklinde bir anlam taşıdığını gösterir.
Buna mukabil Fahreddîn erRâzî el-kitâb kelimesine “Kur’an" manası vermeyi tercih etmiştir. Râzî’nin bu tercihi, usûl ve fürûda sıkı bir Şafiî taraftan olmasıyla ilgilidir. İmam Şafiî’nin, "Ümmetin [re’y, kıyas, içtihad, istinbat meyanında] söylediklerinin tamamı Sünnetin şerhi; Sünnet in tamamı da Kur’an’ın şerhidir." sözü dikkate alındığında Râzî’nin “Kur’an da yok yoktur” gibi bir inanca sahip olması gayet tabiidir.
Tekrar asıl konuya dönersek, söz konusu ayette Allah’ın sınırsız ilim ve kudretinden söz edilmekte, el-kitâb kelimesi ise çeşitli ayetlerde Ümmü’l kitâb, Levhi mahfuz, İtnâmı mübin gibi farklı terkiplerle ifade edilen İlahî ilme karşılık gelir. Dolayısıyla el-kitâb’ın ilgili ayette “Kur’an”a delaleti, İbn Âşûr’un (ö. 1973) da belirttiği gibi” son derece zayıf bir ihtimaldir.
Bu ihtimal doğru kabul edildiğinde, sınırlı sayıda ayetten oluşan Kur’an metninde umûr-i dîniyye ve dünyeviyenin tek tek tadat edildiğini, dolayısıyla ahkâm yönünden hiçbir şeyin eksik bırakılmadığını söylemek gerekir ki kimi Kur’ancılar da aynen böyle söylemektedir. “Hiçbir şeyi eksik bırakmadık” demek. “Her şeyden söz ettik" demektir. Ancak Kur’an’daki muhteva “her şey”in medlulünü kesinlikle karşılamaz. Çünkü bu anlamdaki “her şey”in kapsamına bütün tümeller ve tikeller girer.
Kur’an’ın muhtevasına bakıldığında, ağırlıklı olarak inanç ve ahlak temelinde tevhid, şirk, iman, küfür, nifak, fazilet, rezilet gibi belli başlı konulardan söz edildiği, ahkâmla ilgili ayetlerin ise en tekellüflü hesaplamayla dahi ancak beş yüze baliğ olduğu, yine Kur an metninin önemli bir kısmının kıssalardan oluştuğu ve bunların çoğunda tekrarlar ve tedahüller bulunduğu görülür. O hâlde, “her şey"den maksat, bildik anlamda “her şey” değil, başka bir şeydir. Daha açıkçası, Nahl 16/89. ayette kastedilen anlam, dinî-ahlakî rehberlik (hidayet) hususunda ve/veya dinin temel ilkeleri konusunda gerekli olan her şeyin Kur'an'da açıklanmasından ibarettir. Bunun aksi savunulduğu takdirde, sözgelimi Neml 27/23. ayette geçen ‘min külli şey' ibaresine de aynı anlamı yüklemek ve Sebe melikesine dünya üzerinde mevcut olan bütün her şeyden, her nesneden verildiğini söylemek gerekir. Oysa buradaki “her şey“in böyle bir anlam taşımadığı izahtan varestedir. Sözün özü, Kur’an zerreden kürreye kadar bütün her şeyden tek tek söz eden bir kitap olmadığı gibi, prospektüs gibi okumaya müsait bir metin de değildir.
Hükmün Ancak Allah’ın Olması
Dini ahkâmı tek kaynağa indirgeme konusunda başvurulan bir diğer delil, En’âm 6/57, Yûsuf 12/40 ve 67. ayetlerdeki “Hüküm ancak Allah’ındır.” ifadesidir. Kur’ancı söylemin yorumuna göre, hüküm Allah’tan başkasına bırakılırsa, dosdoğru dinden sapılmış olunur. Mezhep içtihadlarıyla, icmâ, kıyas başlıklarıyla veya hadislere dayandırılarak verilen hükümler Allah'ın hükmü değildir. Bu mezhepleri dine eşitlemek, Allah'ın hüküm koyucu yetkisini başkasına vermek demektir. Allah'ın hüküm konusunda hiçbir ortağı yoktur. Kişilerin şahsi hükümleri din olamaz.
Allah’ın hükümleri Allah’ın vahyi olan Kuran’dadır. Zaten Allah’ın sözü olduğu İddia edilebilecek başka bir kaynak yoktur ki bu kaynağın Allah'ın hükmünü kapsadığı iddia edilebilsin. Hükmün yalnız Allah’ın olması (12 Yûsuf Suresi 40) ve Allah'ın hükmüne kimsenin ortak kılınmaması (18 Kehf Suresi 26) için Allah’ın hükümlerinin hepsini içeren Kur'an’ı dinin tek kaynağı yapmak zorundayız. Eğer Allah'ın hükmü olmayan. Allah'ın olmayan kitapları, dinî hüküm kaynağı yapıyorsak (İster mezhep ilmihâli, ister hadis kitabı olsun) Allah'ın kitabı Kur’an’la çeliştiğimizi bilmeliyiz.
İlk Haricîler tarafından da bir tür slogan olarak kullanıldığı bilinen “Hüküm ancak Allah’ındır.” mealindeki Kur’an ifadesinin teşri’ (hüküm vazetme) yetkisinin kime ait olduğu ve/ veya Sünnetin dinî ahkâm tespitindeki yeri ve kaynak değer gibi bir konuyla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Zira bu ifadenin yer aldığı En’âm 6/57. ayetin Edip Yüksel mealindeki karşılığı şöyledir:
“Ben Rabbimden bir delile dayanmaktayım. Siz ise onu yalanladınız. Ona meydan okuyarak istediğiniz şeyi getirmek benim elimde değil. Hüküm ancak ve ancak Allah'ın. Gerçeği anlatıyor. O, en iyi ayırandır.”
Türkçesi bozuk bu çeviriden bile açıkça anlaşılmaktadır ki hükmün sadece Allah’a ait olması, müşriklerin “Bizi tehdit edip durduğun azabı getir de görelim!" şeklindeki meydan okumaları karşısında Hz. Peygamber’e, “Ben bu konuda yetki ve tasarruf sahibi değilim. Azap hükmünü verecek olan yegâne otorite Allah’tır." demesi tembihlenmiştir.
“Hüküm ancak Allah’ındır.” ifadesinin geçtiği diğer iki ayete gelince, bunların birinde (Yûsuf 12/40) şirkin bâtıl/temelsiz bir inanç olduğu, ulûhiyetin Allah’a has kılınması gerektiği belirtilmiş ve bahis konusu ifade, hapisteki arkadaşlarına tevhid inancını anlatan Hz. Yûsuf’un sözü olarak aktarılmış; diğer ayette (Yûsuf 12/67) ise ‘Tedbir İlahî takdiri değiştirmez." şeklindeki inancına Hz. Yakub'un sözü olarak nakledilmiştir.
Bir an için söz konusu ifadedeki “hüküm" kavramının teşri ile ilgili olduğu kabul edilse bile, üç ayetten hiçbiri “Allah dinî ahkâmın tümünü Kur’an’da vazetmiştir." gibi bir iddiaya hak etmez.
Modernizmin ve Protestanlığın Etkileri
Son olarak bir tespitte daha bulunabilir ve bu bağlamda modern dönemdeki Kur’ancılık söyleminin, Batıda reformasyonla başlayıp Aydınlanma'yla devam eden çağın din anlayışına benzediği söylenebilir. Zira reformasyonla birlikte Batıda Katolik geleneği bir kenara bırakmak ve bu geleneğin Kutsal Kitap üzerindeki egemenliğinden kurtulmak gerektiği düşüncesi güç kazanmış ve buna paralel olarak Protestanlıkta Sola Scriplura (sadece Kutsal Kitap) ilkesi benimsenmiştir. Bu süreçte Kilise ve gelenek yerine Kutsal Kitap tek otorite ve kurtuluş kaynağı olarak görülmüş; ayrıca Kutsal Kitabın, bütün bilgileri içerdiği ve bu bilgilerin sıradan insanlar tarafından bile kolaylıkla anlaşılabilir nitelikte olduğu düşüncesine binaen ilave kaynaklara ihtiyaç bulunmadığı kabul edilmiştir. Gelenek karşıtı bu yaklaşıma göre Kutsal Kitaba beşeri yorumlarla ilavede bulunmak kesinlikle yanlıştır. Kutsal Kitap her bakımdan yeterli ve mükemmel olduğu için, hiçbir beşerî katkıya ihtiyacı yoktur. İnsanı bağlayan tek bilgi, Kutsal Kitaptaki bilgi olmalıdır.
Kur’an İslâmî ve Kur’ancılık söylemiyle Protestanlık sırasındaki benzerlik noktasında üç temel husustan söz edilebilir:
-
Kitap merkezli bir din tasavvuru.
-
Kitabın yorumlanmasında aklı esas almak suretiyle önceki otoritelerden bağımsızlaşma talebi,
-
İkinci hususa bağlı olarak her bir ferdin Kutsal Kitabı anlama ve bu şekilde bireysel okuma hakkını savunma.
Protestanlık, kendine özgü yaklaşımıyla Hıristiyanlığın modern dünyaya entegre edilmesine ve genel olarak sekülerleşmeye katkısı açısından da önemlidir. Katolikliğin şekilciliğini, ritüel kurallarını ve seremonilerini, kurtuluş için Kilise kurumunun önemini protesto eden çevreler, inancı/ niyeti, şekilden ziyade dinin özünü ön plana çıkarmışlar, bu anlamda dinin bir inanç ve ahlak manzumesi olması gerektiğini savunmuşlar, çeşitli teolojik yorumlarıyla da din-dünya ayırımının, sekülerleşmenin önünü açacak yaklaşımlar getirmişlerdir. Protestanlar, ameli anlayışa karşı itikadı/niyeti önceleyen bir yaklaşımı benimsemişlerdir.
Kur’an İslâmî ve Kur’ancılık söylemini benimseyen herkesin bütün bu açılardan Protestanlığa benzeyip benzemediği tartışılabilir. Bu söylemi savunanlar arasında, temelde öze dönüşçü, saf dini arayan ve İslam toplumlarında Kur’an’ın ihmal edilmesine tepki gösteren samimi bir şekilde dindarlaşma arayışında olanlar şüphesiz vardır. Ancak farklı coğrafyalarda bilhassa Kur’an İslâmî söylemini savunanların neticede modern dünyada daha kabul edilebilir bir din tasavvuru geliştirmeye çalıştıkları da açık bir gerçektir. Kur an İslâmî söyleminin savunucuları arasında din özgürlüğü şeklinde yorumlanan laisizmi açıkça savunanlar bulunduğu gibi, bunu açıkça telaffuz etmemekle birlikte yorumlarının kaçınılmaz sonuçlarıyla aynı fikre dolaylı olarak işaret edenler de vardır. Her ne kadar Kur’ancılık söylemini savunan bazı kimseler (mesela Yaşar Nuri Öztürk) dinde reformculuk ve Protestanlıkla kendi düşünceleri arasına mesafe koymak isteseler de ulus-devlet ve Türk İslâmî gibi projeler bağlamında siyasî/ideolojik gerekçelerle bu söyleme sahip çıkanlar açısından Protestanlık tecrübesinden istifade arzusu açıktır.
Kur’an’ın Anlaşılmasında Sünnetin Önemi
“Kur’an en doğru şekliyle sahabe tarafından anlaşılmıştır” hükmünün altını çizmek gerekir. Kur’an’ın aslında ne dediğini ve kime ne söylediğini en iyi anlayıp kavrayanlar, vahyin nüzulüne bizzat şahit olmanın ve Hz. Peygamber in yanında bulunmanın avantajına da sahip olan sahabîlerdir. Başta sahabe nesli olmak üzere tüm Müslümanlar, Kur’an hitabına Hz. Peygamber sayesinde muhatap oldukları gibi Müslümanlığın pratikte neye tekabül ettiğini de yine onun sayesinde öğrenme imkânı buldular.
Kur’ancı söylem Müslümanca bir hayatı metinden üretmeyi önerir. Daha açıkçası, bu söylemin en temel iddiasına göre İslam ve Müslümanlık en saf ve en sahih biçimiyle Kur’an metninden üretilmelidir. Kur’an’ı bir metin, dolayısıyla epistemik bir nesne olarak görmesinden dolayı, en başından sıkıntılı gözüken bu iddia kesinlikle isabetsizdir. Çünkü hayat, hele hele Müslümanca bir hayat, mana ve mesajı bir tür anlam arkeolojisi veya lafzın altını kazıma yöntemiyle keşfedilmesi gereken bir metin olarak algılanan Kur an'dan üretilemez. Diğer bir deyişle, sözüm ona sahih ve sağlıklı Kur’an okumalarıyla daha güzel bir Müslümanlık yaşanmaz, yaşanamaz. Çünkü Müslümanlık denen pratik tecrübe, vahyin nüzul süreci tamamlandıktan sonra tarihin hiçbir uğrağında salt kitaptan/metinden üretilmedi; bilakis yaşayan sünnet ve gelenek sayesinde tabii bir hâl olarak öğrenildi.
Evet, Hz. Peygamber’in zamanında İslâmî hayat Kur’an’dan üretilmişti; ancak Kuran o vasatta bir metin değil, Hz. Peygamber'in dilinden sadır olan ve aynı zamanda onun söz ve davranışlarıyla somutlaşan bir keyfiyete sahipti. İlk nesil Müslümanlar İslâmî hayatı Hz. Peygamber’in rehberliğinde bizzat ondan görerek öğrendiler ve kendilerinden sonraki nesillere de bir bilgi konusu olarak değil, fiilî bir tecrübe, yaşanan bir gerçeklik olarak intikal ettirdiler. Kaldı ki ilk nesil Müslümanlar, iman ve teslimiyeti de Kur’an’ın dil, üslup ve nazım-mana bütünlüğündeki ihtişama duydukları hayranlıktan öte, Hz. Peygamber’in şahsında gördükleri mükemmel örneklikten dolayı tercih eltiler.
Bugünkü sorun da temelde Kur’an'ı bilmemek ve anlamamaktan öte zaten bilinen ve anlaşılan değerleri hayata katmayı göze alıp alamamakla ilgilidir.
Sonuç olarak, İslam'ı anlamak ve Müslümanca yaşamak için, Kur’an’ı bir bilgi nesnesi gibi okuyup incelemekten -ki bunun akademik veya entelektüel bir uğraştan fazla bir şey ifade etmediği açıktır- yahut bizzat Kur'an’la ilişki kurmaya çalışmaktan ziyade, on beş asırdır zaten kurulu olan bir ilişkiye katılmak, yani her bir Müslümanın yaşayan sünnet sayesinde hazır/verili olarak bulduğu temel İslâmî değerleri hayata aktarmak gerekir. Bunun aksi bir söylem, Sünnete rağmen Kur'an’ı daha iyi anlamaya çalışmak gibi bir iddiada bulunmak anlamına gelir ki böyle bir iddianın hem köksüz ve temelsiz hem de çok cüretkâr olduğu aşikârdır.
Desteksiz Yorumlara Kapı Açılması
İşte bu köklü gelenek ve tarihî tecrübe bütünüyle yok sayılıp salt Kur’an metniyle baş başa kalınınca ona her şeyi söyletmek, dolayısıyla onu anlam ve yorum düzeyinde tahrif etmek pekâlâ mümkün olmaktadır. Bu tür tahrifin en çarpıcı örneklerinden biri Y. Nuri Öztürk’ün Müddessir 74/26. ayette cehennem veya cehennemdeki korkunç ateş anlamında kullanılan “sekaf” kelimesine ilişkin şu izahıdır.
Kur’an'ı rasgele insan sözü sayan inatçılann gerçeği görmeleri için itildikleri Sekar, bilgisayardır. Elektrik enerjisi ile çalışır. Ortada hiçbir şeyi görünür hâlde bırakmaz takat hiçbir şeyi de kapsamamazlık etmez.
Belli ki bu ibretlik yorumun sahibi için, nazil olduğu dönemde Kur’an’ın kime ne söylediği, nüzul döneminde Kur’an’dan ne anlaşıldığı hiç önemli değildir. Onun için önemli olan, Kur’an’ın ne anlattığı değil, kendisinin Kur’an’dan ne anladığı ya da ne anlamak istediğidir. Kur’ancı söylemde bilinçli olarak göz ardı edilen gerçek, ilahı kelamın anlam ve yorumuna ilişkin bilginin çok büyük ölçüde tarih ve gelenek sayesinde tedarik edildiğidir. Çünkü Kur’an’daki ayetlerin ekseriyetinin geçmişten günümüze aynı şekilde anlaşılmasını mümkün kılan şey, sürekliliği temsil eden geleneğin oluşturduğu bağlamlardır. Diğer bir deyişle, Kur'an’ın lafzının yanı sıra manasının da muhafaza edilebilmesini, dolayısıyla bir Kur'an pasajına zaman ve mekân farkına rağmen aynı mananın verilebilmesini temin eden unsur, mananın metinde/lafızda mündemiç oluşundan ziyade, taşıyıcılığını geleneğin yaptığı tarihsel bağlamlara sahip oluşumuzdur.
Bize öyle geliyor ki Kur’an’ın dinde yegâne ve yeterli kaynak olduğu söylemi, en iyimser nitelendirmeyle sağlam bilgi ve donanım eksikliğinin ürünüdür, şayet değilse Sünnet ve gelenek konusunda takıntılı bir ruh ve zihin hâlinin tezahürüdür.
İlkesizlik ve Tutarsızlık
Bütün bunlar bir yana, Kur’ancı söylemin dinî ahkâmı salt Kur'an metninden istinbat ettiği iddiası da tartışmaya açıktır. Zira namazın rekâtları, zekâtta nisap miktarları gibi birçok konu ve kavram Kur’an’da yer almamaktadır. Oysa kimi Kur’ancı çevreler bütün bu tür konularla ilgili hükümleri Kur’an’dan ürettiklerini söylemektedir. Peki, o hâlde namazın rekâtlı, zekâtın nisaplı oluşuna dair bilginin kaynağı nedir? Hiç kuşku yok ki bu kaynak, Sünnet ya da daha genel bir ifadeyle dinî gelenektir. Yani sözü edilen meseleler gelenek yoluyla öğrenilmektedir. Hâl böyleyken Kur'ancılar bu gerçeği bir anlamda yok sayarak doğrudan Kur’an’a başvurmakta ve dinî ahkâmı bütün tümelleri ve tikelleriyle güya tek kaynaktan istihraç etmektedir. Oysa gerçekte yapılan iş, gelenekten aktarma yoluyla öğrenilen dini ahkâma ve kavramlara kimi zaman aşın yorumlarla Kur’an’dan bir referans uyarlamaya çalışmaktan başka bir şey değildir.
Kur’ancı söylemin en temel problemlerinden biri de ilkesizlik, prensipsizliktir. Bunun en somut örneği, bir yandan Sünnet, hadis ve hadisle meşguliyeti çok kere aşağılayıcı bir dil ve üslupla eleştirmek, diğer yandan da hadis ve rivayet malzemesini yeri geldiğinde kendi iddiasına mesnet göstermektir.
Kur'ancılık söyleminde dikkati çeken bir diğer ilkesizlik ve tutarsızlık, Kur’an'daki bazı kelime ve kavramlara son derece keyfi ve gelişigüzel anlam takdirlerinde kendini gösterir. Bununla ilgili en çarpıcı örneklerden biri yine Y. Nuri Öztürk’ün, “Hâl böyle iken Allah'tan ve onun ayetlerinden sonra hangi hadise iman ediyorlar." şeklinde çevirdiği Câsiye 45/6. ayetteki "hadîs (söz) kelimesine ilişkin şu yorumudur:
Buradaki hadis kelimesini söz anlamında tercüme edip ayetlerdeki açık mucizeyi anlam kaydırmasıyla örtmeye çalışmak günahtır. 6. ayet, açık bir biçimde Allah’a ve onun ayetlerine karşılık hadise inanmaktan söz etmektedir. Böyle olduğu içindir ki bu günahı işleyenler öz rablerinin ayetlerine nankörlükle suçlanmış ve onların uydurma hadisleri rehber edinmelerine karşılık 11. ayette: “Hidayet rehberi işte bu Kur’an'dır.” buyurularak ilahi espri iyice pekiştirilmiştir.
Kur’ancılık söylemine bu denli keyfî yorum imkânı sunan faktör, daha önce de ifade edildiği gibi, Kur'an’ı kendi tarihinden yalıtarak okumak gerektiği düşüncesidir. Bu düşünce her mümine Kur’an’ı “şimdi, burada" nazil olmuş gibi okumayı telkin eder. Ancak böyle bir okuma biçimi, Kur’an’ı anlam ve yorum tahrifinin hemen her varyantına açık hâle getirir. Kaldı ki birçok ayet tarihsel bağlamından koparıldığı takdirde birbiriyle taban tahtına zıt iki fikre onay verecek şekilde anlamlandırılabilir. Hâl böyleyken, salt Kur'an’a dönmek ve dinî ahkâmın kaynağını Kur’an'la sınırlandırmak gerektiğinden söz etmek, bir bakıma herkesin kendi perspektifine, arzu ve isteğine uygun Kur’an içerikleri üretmesine cevaz vermekten başka bir şey olmasa gerektir.
Kur’an İslam’ı
Kur'ancı söylemin temel sorunlarından ve sakıncalarından biri ve belki de birincisi, modern zamanların algı ve ihtiyaçlarını karşılayacak çağdaş Kur’an(lar) üretmek ve bu üretimi dinî bir görev addetmektir.
Bu anlayışa göre Kur'an'da geçen “Rûm" (Bizans) kelimesi, basit bir delalet oyunuyla “Amerika”ya dönüştürüldüğünde Kur’an güya bu çağ hakkında konuşmuş, dolayısıyla asrın idrakine sunulmuş olur. Hâlbuki gerçekte bu tür bir yorum manipülasyonuyla Kur’an ve İslam’ı modern çağın idrakine sunmaktan öte, çağdaş ihtiyaçlar uyarınca yepyeni bir Kur’an üretilmiş olur. Diğer bir deyişle, doğrudan doğruya Kurandan ilham almak ve çağın idrakine İslam’ı sunmak adına son derece özgür ve aynı zamanda denetimsiz bir yorum yordamıyla Kur’an hiç konuşmadığı konularda konuşturulmuş, konuştuğu konularda ise susturulmuş olur.
Bugün Kur’an metninden Müslümanca bir hayat üretmek hem imkânsız hem de beyhude bir uğraştır. Çünkü Müslümanca hayatın en güzeli ve en mükemmeli Hz. Peygamber’in örnekliğinde bir kez üretilmiş ve bu hayat başta sahabe nesli olmak üzere diğer bütün Müslüman nesiller vasıtasıyla günümüze kadar büyük gelenek İçerisinde yaşayan sünnet olarak gelmiştir. Aslında bu gerçeğe bu topraklarda yaşayan her Müslümanın Müslümanlık tecrübesi de tanıklık etmektedir. Zira bu topraklarda yaşayan hemen hiçbir Müslüman, sözgelimi yalan, gıybet ve hasedin birer rezilet, buna mukabil adalet ve hakkaniyet gibi hasletlerin ise birer fazilet olduğunu klasik bir tefsir kitabından değil, en başta kendi aile çevresinde fiilen yaşanan İslami tecrübeden son derece doğal bir şekilde öğrendi. Keza bu topraklarda yaşayan Müslümanların kahir ekseriyeti imana müteallik hususları klasik kelam ve akaid kitaplarından değil, içine doğduğu dünyanın dinî atmosferinden, belki de hiçbir zihinsel emek harcamadan öğrendi.
Kaldı ki eğer Kur an metninden sözüm ona en saf ve son hâliyle Müslümanca bir hayat üretmek mümkün olsaydı, yazınsal ve görsel basındaki bunca dinî yayın, bunca vaaz ve irşad faaliyeti dikkate alındığında hemen herkesin tabir caizse tasavvufi anlamda veliliğe aday bir dini ahlakî şahsiyet sahibi olması gerekirdi. Ama gel gör ki Müslümanlar şu son asırda, geçmişteki diğer bütün asırlara nispetle çok daha fazla salt Kur'an ve meal okudular, ama -en azından bize göre- daha iyi bir Müslümanlık performansı ortaya koyamadılar.
Pratik tecrübe daha çok Kur'an meali okumakla daha İslâmî bir anlayışa ve hayat tarzına kavuştuğumuz yönünde bir söz söylemeyi mümkün kılmadığına göre bir kez daha belirtmek gerekir ki Kur'an metninden Müslümanca bir hayat üretmeye çalışmak beyhude ve lüzumsuz bir uğraştır. Evet, lüzumsuzdur; hatta Hz. Peygamberin örnekliğine (Sünnet) rağmen Müslümanlığı Kur’an’dan üretmeyi salık vermek aynı zamanda büyük bir cüretkârlıktır.
Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki Kur’an metni Hz. Ali’nin dediği gibi suskundur; onu insanlar konuşturur. Nitekim tarih boyunca herkes onu dilediği gibi konuşturmuş ve bunun neticesinde hiçbir mezhep kendi görüşüne Kur'an'dan delil bulma hususunda sıkıntı çekmemiştir.
Prof.Dr. Mustafa Öztürk'ün İslamiyat (2007, Sayı:1) dergisindeki makalesinden kısaltılarak alınmıştır.
Aşırı Yoruma Kapı Aralamak
Kur’ancı-Mealci söylemin bir dizi açmazı vardır. Evvela, Kur’an’ı her okuyanın ihtiyacına cevap vermesini mümkün kılan bir okuma biçimini önermesi çok ciddi bir problem olarak kaydedilmelidir. Çünkü böyle bir okuma biçimini salık vermek, mânâ ve mesaj itibarıyla yeni Kur’an’Iar üretilmesine yol vermenin yanında, Kur’an metninin korunmuşluğundan söz edilmesini de bir bakıma anlamsız kılmaktadır.
Kur’an’ı maksudunun dışında konuşturdukları gerekçesiyle bâtınileri, sufileri ve bilimselci tefsir meraklılarını haklı olarak tenkit eden Mealci söylem, anlamı salt metinde aramanın kaçınılmaz kıldığı anakronizmden ötürü kimi ayetleri anılan zümrelere rahmet okutacak bir keyfilikle yorumlamıştır. Örneğin, 9/Tevbe, 128-129. ayetlerle ilgili bir makalede:
Min enfusikum: İki devlet sisteminden burada da başka bir boyutta bahsedilmektedir. “Sizin içinizden” denilmekle, topluluğun içinden ve topluluğun doğal istemiyle çıkan anlaşılır. Bu da Maşerî Hak Sisteminin başka bir tezahürüdür. Tersi minkum denilseydi, merkezin veya merkezî atama söz konusu olurdu. Merkezî atama kuvvete dayanır, diğeri ise kuvvete dayanmayıp doğal talep ile seçilir.
Hz. Peygamber’in şefkat ve merhametinden, müminlerin üzerine titrediğinden söz eden iki ayetten iki ayrı devlet sistemi üretebilen, üstelik bu üretimi semantik analizlerle tahsil etme başarısını gösteren bir anlayışın bizce ne bâtınileri ne de sufileri, ne bilimselci tefsir erbabını ne de muhtelif ayetleri fıkhi, kelami tartışmalara mesnet kılan ulemayı eleştirme hakkı vardır.
Bu noktada, Mealci söylemin Kur’an metniyle yetinmeyi sınırlı ölçüde de olsa başardığı kabul edilmelidir. Ancak bu başarının aşın yorum özgürlüğüne imkân tanıdığı da belirtilmelidir. Geleneğin dışlanmasıyla temin edilen bu yorum özgürlüğü, hayatın bütün alanlarını kuşatabilecek bir Kur’an yorumuna ulaşabilmek için, anlam tayininde geleneğin boşalttığı belirleyici konuma kaçınılmaz olarak çağdaş durumu ve çağdaş ben’in öznelliğini yerleştirmiştir. Bu tecrübenin sonucu, Kur’an’ın korunmuş lafzına çağdaş anlamlar giydirilmesi olmuştur. Bunun anlamı ise düpedüz yeni bir metin inşasıdır. Çağdaş özne tarafından inşa edilen bu yeni metnin, erkeklerin çokeşliliği, hırsız için öngörülen el kesme cezası ve kadının kocası tarafından dövülmesi gibi ‘sorun çıkaran’ unsurları dışlamasının önünde artık bir engel kalmamıştır.
Kur’ancı-Mealci söylem ‘anlam’ın okuma faaliyeti sırasında ortaya çıkan bir sır olduğu kanaatindedir. Hâlbuki anlam, Allah tarafından bir kere kastedilmiştir ve keşfedilmek üzere orada duran bir şeydir. Bunu keşfetmek için de tarihi göz önünde bulundurmak gerekir. Tarihi göz önünde bulunduran okuma çabası, Kur’an’ın ne söylediğini her durumda vermeyi garanti etmese de en azından onun ne söylemediği konusunda bir güvence temin eder.
Geleneğe Başvurmanın Kaçınılmazlığı
Esasen, Kur’an’la yetinmenin Kur’an metniyle yetinmek demek olmadığı, kimi Mealciler tarafından da fark edilmiştir. Nitekim gerek Kalem dergisindeki bazı makalelerde gerekse M. Ali Baltaşı’nın erken Mekke döneminde nazil olan birkaç sureyle ilgili kısa bir tefsir çalışması niteliğindeki İlk Mesajlar adlı eserinde, Kur’an’ı doğru anlamak için rivayet malzemesine, dolayısıyla geleneğe başvurmanın lüzumundan bahsedilmiştir. Mesela, Kur’an’ın nasıl anlaşılması gerektiği konusuna tahsis edilmiş bir makalede önerilen 10 maddelik yöntemin ilk maddesi şöyle formüle edilmiştir:
Kur’an’daki surelerin iniş sebepleri ile birlikte, iniş sırasına göre okunması.
Burada önemli gördüğüm bir açıklama yapmak istiyorum: Kur’an okumaktan kastımız, anlamını bilerek okumaktır. Bu birkaç şekilde olabilir. Örneğin Kur’an dilini (Arapça) bilenler doğrudan Kur'an’dan, bilmeyenler kendi dillerine Müslümanlar tarafından yapılmış güvenilir çeviri (meal)lerden okumalıdırlar. Meal ile çalışanlar birkaç meal ve tefsirden karşılaştırmalı olarak tedrisat yaparlarsa verim daha yüksek olabilir. Ancak bir taraftan da Kur’an dilini (Arapça) öğrenmeye çalışmak, vazgeçilmez bir görev olarak kabul edilmeli ve hemen bu işe başlanmalıdır. Arapça bilenler de Kur’an ile birlikte İslam tarihi, tefsir ve yardımcı olabilecek başka kitapları okumalıdırlar.
Görüldüğü gibi burada Kur’an’ı doğru anlamayı mümkün kılacak bir yöntem önerisi olarak esbâbı nüzulden, surelerin nüzul tertibinden, Arapça bilmenin öneminden, meallerin yetersizliğinden, klasik tefsirlere ve İslam tarihiyle ilgili eserlere başvurmak gerektiğinden söz edilmektedir. Oysa başta nüzul sebepleri olmak üzere Kur’an’ın anlaşılmasına katkı sağlayan diğer bütün alet ilimleri bize gelenek yoluyla intikal etmiştir. Şu hâlde, bir taraftan “Kur’an bize yeter” fikrini savunmak, diğer taraftan da Kur’an’ı anlama faaliyetinde tarih ve geleneğe başvurmanın lüzumundan bahsetmek, aşikâr bir ilkesizlik ve yöntemsizliktir.
Mealci söylemdeki bu ciddi sorunun başka bir varyantı da bir taraftan anlamın sırf metinde içkin olduğu savına istinaden Kur’an’ı anlamada güvenilir meallerin —ki bu noktada meallere ilişkin güvenilirlik ölçütünün ne olduğu meselesi de ayrı bir tartışma konusudur— yeterli olduğunu söylemek, diğer taraftan da muhtemelen Muhammed Esed’in 80’li yıllarda Türkçeye tercüme edilen meal-tefsirinin önsözündeki bilgilerden mülhem olarak Kur’an’daki kelimeler ve kavramların nüzul dönemindeki anlamlarını bilmek ve hatta Kur’an’ın nazil olduğu dönemin toplumsal ve kültürel kodlarına vâkıf olmak gerektiğinden söz etmektir.
Sonuç itibarıyla, tarih ve gelenekten yalıtılmış bir zihinle Kur’an’dan anlam üretmek Mealci söylem için de pek mümkün olmamıştır. Bilakis, Mealci söylem de bir ayetin veya surenin Mekki mi Medeni mi olduğunu göz önünde bulundurmuş; herhangi bir kelimeye ne anlam verileceği konusunda sözlüğe ve semantiğe başvurmuştur. Hâl böyle iken, Kur’an'ı ‘güvenilir meallerle anlamanın mümkün olduğundan söz etmesi, kendi söyleminde ilkesizlik ve/veya yöntemsizlik diyebileceğimiz bir soruna yol açmıştır.
Meallerin özellikle mübtedi düzeyindeki okurlara Kur’an’ı anlama imkânı sunmadığı gerçeği, en azından kimi Mealciler tarafından da teslim edildiğinden olsa gerek, Kalem dergisinde yayımlanan meal denemeleri aynı zamanda birer tefsir denemesi niteliğindedir. İşte tam bu noktada denebilir ki Kur'an’ı mealler vasıtasıyla anlamanın imkânından söz etmek düpedüz bir lâfı güzaftır.
Kur’an’ın taşıdığı mânâ ve mesajın geleneğin sunduğu hazır bağlamlardan bağımsız olarak anlaşılması pek mümkün değildir. Bu sebepledir ki Kur’an’ın her okuyana eşit düzeyde hitap etmesi gerektiği fikrinden hareket eden, dolayısıyla bize söz konusu bağlamları veren tarihsel formasyondan özenle kaçınan Kur’ancı-Mealci söylem dahi salt metinle yetinememiştir. Hâl böyle iken, on beş asırlık tarihsel tecrübeyi reddetme fikrinden de her nedense vazgeçilmemiştir.
Prof.Dr. Mustafa Öztürk'ün Söyleşiler, Polemikler (Ankara Okulu: 2014) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Sünnetin Önemi
Kur’an’ı nebevi siret ve sünnetten bağımsız olarak doğru anlayıp yorumlama imkânı yoktur. Bu noktada hadislerden istifade etmek zorunludur. Lâkin hadis metinlerinin çok ciddi problemler içerdiği de malumdur. Bu konuda karşımıza çıkan problemi kısmen de olsa halledebilmek için, sadece hadis metinlerine değil, siyer ve tarih bilgisine müracaat etmek ve aynı zamanda gerek hadisleri, gerek siyer ve tarih bilgilerini Kur’an metniyle karşılaştırmalı biçimde kullanmak gerekir. Bütün bunlara rağmen bazı ayetlerin tefsirinde karanlık noktalar ve gölgede kalan hususlar bulunacaktır. Bu durum kaçınılmazdır. Çünkü Kur’an’ın nüzulünden bugüne onbeş asırlık bir zaman geçmiş ve bu zaman zarfında birçok bilgi araya gitmiş, bir kısım bilgiler örtbas edilmiş ve bilgilerin önemli bir kısmı ise maalesef kirletilmiştir. Ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen Kur'an mümkün mertebe en eski kaynaklara müracaat etmek suretiyle siyer, tarih ve hadis/rivayet bilgisi ışığında tefsir edilmelidir.
Radikallik
Prof.Dr. Mustafa Öztürk'ün Çağdaş İslam Düşüncesi ve Kur'ancılık (Ankara Okulu: 2013) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Sonuç olarak, neresinden bakılırsa bakılsın, “Kur’an İslâmı” ya da Kur’ancılık söylemi özellikle çağdaş dönem Müslüman apolojetlerce savunulan şekliyle İbn Teymiyye ve belki daha çok da Muhammed b. Abdülvehhâb’ın fundamentalistik İslam anlayışıyla yolları kesişen modern bir söylem ve fenomendir. Bir değerlendirmeye göre geleneğin gerçekçilik ve süreklilikle temayüz ettiği hatırlandığında, fundamentalizm (kökencilik-Selefîlik) ile modernizmin paylaştığı ortak zeminin resmi netleşir: Ülopyacılık. Fundamentalizm-modernizm akrabalığının kökü, birincisinin geçmiş “ilkel çağ”, İkincisinin gelecek “medeni çağ" özlemiyle geriye ve ileriye dönük gelenek reddinde yatar.
Metin içinde sunduğumuz birçok örnekten de anlaşılmış olacağı üzere Kur’ancılık söylemi özellikle modern biçimiyle sağlıklı bir Kur’an anlayışından yoksundur. Çünkü bu söylem her şeyden önce Kur’an’ı bir rehber (hidayet) olmaktan ziyade, bilgi ve eylemle ilgili bütün her şey hakkında söz söyleyen bir metin olarak tasavvur eder. Bu tasavvur, Kur'an’ı hiç konuşmadığı konularda konuşturur. Dahası, kimi zaman bilimsel ve teknolojik buluşlar, kimi zaman liberalizm, demokrasi, cumhuriyet, laiklik gibi çağdaş kuram ve kavramlar hakkında Kur’an’ı konuşturmak, bu tasavvurun en belirgin özelliğidir.
Prof.Dr. Mustafa Öztürk'ün İslamiyat (2007, Sayı:1) dergisindeki makalesinden kısaltılarak alınmıştır.
Öte yandan, Kur’ancı-Mealci söylemin bir bakıma gelenekte taş üstünde taş bırakmama azmini yansıtan eleştirel tavrı, her ne kadar saf İslam’a ulaşmak gibi sahih bir niyete mebni olsa da asırlar boyu sevadı a'zam nezdinde kutsallık atfedilen birçok dinî değer ve sembolü sırf Kur’ani olmadığı gerekçesiyle hiçe sayma gibi kötü bir sonuç doğurmuştur. Bu bağlamda, bir yönüyle yaygın Kur’an telakkisine tepki koymak diğer yönüyle de İlahî hitabı hayatın içine katmak ve onunla demistifıye edilmiş bir ilişki kurmak adına Kur’an ve meal derslerini fazlaca liberal denebilecek atmosferlerde yapagelmenin hayatı Kur’anileştirmekten ziyade Kur'an’ın şeyleştirilmesini intaç ettiği söylenebilir. Şeyleştirme dediğimiz husus, bir bakıma iman ve imancılığın huzurundan akim huzursuzluğuna geçiş olarak da ifade edilebilir. Akim huzursuzluğuna geçiş ise, “Lâ ilâhe illellâh Hak birsün Muhammed(e)n Resulullah” diye iman tazeleyen bir köylünün gönül dünyasındaki huzura ermeyi derin bir hasrete dönüştüren bir durum olarak tavsif edilebilir.
Belki de değiştirilmesi teklif dahi edilemez kutsiyetleri salt Kur’an’a, Kur’an’ı da salt metne indirgemesi ve bu metinle demistifiye edilmiş bir ilişki kurmak adına bu metni nesneleştirmesi sebebiyledir ki Mealci söylemin Kur’ani mesaj, Kur’ani görüş, Kur’ani perspektif gibi klişe tabirlerle müzeyyen fikirleri, hariçtekiler nezdinde pek samimi bulunmamıştır. Söylem sahipleri her ne kadar tepkisel olmadıklarını, geleneğe karşı rövanşist bir tavır takınmadıklarını belirtmiş olsalar da geleneksel Kur’an telakkisine son derece sert eleştiriler yöneltmişlerdir. Özünde haklı endişeler taşımakla birlikte saldırgan bir üslupla kendini dışa vuran bu tutum maşerî vicdanda istikrahla karşılanmıştır. Bu yüzden, Mealci söylemin Türkiye’nin yakın geçmişindeki Marksist-Leninist söylemlerin akıbetine uğraması, yani uzun soluklu olamaması, popüler bir destek bulamaması, dolayısıyla kendilerini dinî duyarlılıkları esasında tanımlamaya çalışan geniş kitlelere marjinal kalması mukadder olmuştur. Çünkü Müslüman halk, en azından gönül dünyasında başköşeye koyduğu din ve dinî değerleri afyon sayan sözde yerli Marksist-Leninist söylemlere hiç sıcak bakmadığı gibi, İslami geleneğin hadis, Sünnet gibi kutsallarını kıyasıya eleştiren Kur’ancı-Mealci söyleme de sempatiyle yaklaşmamıştır.
Bu sözlerimiz on beş asırlık geleneğin tümünü ibra etmeye çalıştığımız şeklinde yorumlanmamalıdır. Bilakis gelenekte eleştirilmesi gereken çok şey mevcuttur ve yeri geldiğinde de sıkı biçimde eleştirilmelidir. Fakat tadil etmek için eleştirmek başka, tasfiye etmek için eleştirmek çok daha başka bir şeydir. Kur’ancı-Mealci söylemin eleştirisi geleneğin büsbütün tasfiyesine yöneliktir.
Sonuç
Prof.Dr. Mustafa Öztürk'ün Çağdaş İslam Düşüncesi ve Kur'ancılık (Ankara Okulu: 2013) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Bütün bunlara rağmen Kur’ancılık söyleminin İslam toplumlarıyla Kur’an arasında tarih boyunca açılan makasa, yerleşik din anlayışına karışmış bazı olumsuz unsurlara ve din bağlamında öz-şekil, asıl-teferruat türünden ayırımlara dikkat çekmesi gibi açılardan uyarıcı ve olumlu etkiler yarattığı söylenebilir. Aynı şekilde Türkiye'deki Mealci çevrelerde olduğu gibi bu söylemi savunanlar arasında İslam'ı kaynağından saf hâliyle öğrenmek ve arınmak amacıyla samimi şekilde gayret gösterenlerin mevcut olduğu da inkâr edilemez.
Bununla birlikte bu söylemin, mananın metinde mevcut/ mündemiç olduğu düşüncesiyle Kur’an metnini esas alırken Kur'an'ın anlaşılması ve hayata geçirilmesi noktasında vazgeçilmez değer ve fonksiyona sahip olan Sünneti büyük ölçüde göz ardı etmesinin yanında usûl arayışından yoksun olması yüzeysellik ve ilkesizliği beraberinde getirmiş ve söylemin temel hedeflerinden birini oluşturan Müslümanlar arasındaki tefrika ve görüş ayrılıklarını azaltmak bir yana daha da arttırmıştır.
Arapçayı ana dili olarak konuşmayan toplumlarda Kur’an'a dönüş, tercümeler ve mealler yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılmış, bu durum da kaçınılmaz olarak Kur’an'a dönüşten ziyade mütercimlerin yorumlarının ve tercihlerinin dolaşımına hizmet etmiştir.