top of page
mozturk.png

Geleneksel Kur'an Tasavvurunun Kritiği ve 

Sünnetin Önemi

Prof. Dr.Mustafa Öztürk'ün Kur'an ve Tarihsellik Üzerine (Anakara Okulu: 2018) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Kutsal Metin Olarak Kur’an

Bugün Müslümanları az çok bir arada tutup toparlayan ve belki de bu yüzden Müslümanlığın alâmet i farikası sayılan namaz, hac, oruç gibi ibadetler Kur’an nassıyla teşrii kılınmış olsa da bu ibadetlerin pratikteki tüm boyutları geçmişten günümüze “yaşayan sünnet" ve/veya “dinamik gelenek” sayesinde intikal etmiştir. Bu hususta Kur’an'a başvurulduğunda ilgili ayetlerden özellikle namaz, hac, orucun farziyeti dışında herkesin ittifakla kabul edebileceği hükümler çıkarmak neredeyse imkânsız gibidir.

Benzer bir durum kurban ibadeti için de geçerlidir. Kur’an’a müracaat edildiğinde kurbanın hükmü konusunda dahi kesin bir sonuca ulaşmak pek mümkün değildir. Bunun içindir ki kurbanın meşruiyetinde ittifak sağlanmakla birlikte, dini hükmü öteden beri fakihlerce tartışılagelmiştir. Hanefiler, “Rabbin için namaz kıl, kurban kes” (Kevser 108/2) mealindeki Kur’an hitabının Hz. Peygamber'in yanı sıra ümmeti de kapsadığı ve vücûb anlamı taşıdığı görüşündedir. Caferiye ve Zeydiye de dâhil fakihlerin çoğunluğu ise kurbanın müekked sünnet olduğu fikrini benimsemiştir. Fıkhı mezhepler arasındaki bu görüş ayrılığı bir tarafa, ilgili ayette geçen “venhar” lafzının kurban kesmek anlamına mı yoksa namazda elleri bağlamak veya göğüs hizasına kaldırıp tekbir almak manasına mı geldiği meselesi de tartışmaya açık görünmektedir.

Kısacası, Kur’an geçmişte olduğu gibi günümüzde de Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği güçlendiren bir dinî kaynak olmaktan çok, her türlü farklı görüş ve iddiaya mesnet kılınabilen bir referans metni işlevine sahiptir. Bu yakıcı sorun, esas itibariyle, Kur'an’ın nübüvvet-risalet sürecinden ve Hz. Peygamberin inşa ettiği dinamik sünnetten bağımsız bir dinî delil/referans metni olarak algılanması ve bu minvalde yorumlanmasıyla irtibatlıdır.

İstisnai örnekler bulunmakla birlikte ilk nesil Müslümanlar zaman içerisinde karşılaştıkları problemleri hemen her defasında Hz. Peygamber’in rehberliğinde öğrenip özümsedikleri genel Müslümanlık tecrübesi ve Müslümanca perspektifle çözmüş, dolayısıyla her bir meselenin halli için nass arama cihetine gitmemişlerdir. Kur’an’ın nazil olduğu dönemde de hayat akışı içindeki ilk adımlar genellikle Hz. Peygamber ve sahabe tarafından atılmış, vahiy bu adımları çok kere onaylamış, kimi zaman da ikaz ve itapta bulunmuştur. İslam'ın erken dönemlerinde kendini sürekli yenileyen bir dinamik gelenek hüviyetindeki yaşayan sünnet hicri 2. asırdan itibaren belirginleşen fıkıh ekollerine ait usul eserlerinde dinî deliller hiyerarşisinin oluşmasına ve bu arada nassa sadakat anlayışının fıkhı alanda üstünlük kazanmasına bağlı olarak Müslümanların hayal pratikleri üzerindeki belirleyicilik işlevini yitirmeye başlamıştır.

Referans Metni Olarak Kur’an

İslam geleneğinde Kur’an’ın tek başına bir dinî delil ve hüküm kaynağı olarak konumlandırılmasında genellikle İmam Şâfiî'nin (ö. 820) fıkıh usulüyle ilgili er-Risâle adlı eserinde kurmaya çalıştığı paradigmanın çok etkili olduğu kabul edilir. Şâfiî bu eserinde, “Ehli dinden olan herkesin (Müslümanın) hayatta karşılaşacağı her hadise/mesele ile ilgili olarak Allah'ın kitabında yol gösterici bir delil mutlaka vardır" demek suretiyle Kur’an’ın istisnasız her konu hakkında doğrudan veya dolaylı olarak bir şey söylediği inancını dile getirmiştir. Buna göre Müslümanların tarih boyunca karşılaşacakları her problem doğrudan doğruya Kur’an metniyle (nass) çözülebilir; bu nitelikte bir nass bulunmadığında ise illet benzerliği noktasından hareketle mesele kıyas yoluyla halledilebilir.

İmam Şâfiî’nin er-Risâledeki paradigması aslında Selefiyye ve Ehli hadis ekolünün din tasavvurunun nispeten metodolojik ve sistematik hâle getirilmesinden ibarettir. Nitekim Şafiî'nin Mısır öncesi dönemin ilk evresinde Ehl-i hadis çevreleriyle yakın temas hâlinde olduğu bilinmektedir. Ehli hadis nazarında Müslümanlar dinî metinleri re'y temelli olarak yorumlamak ve yeni hükümler kurmakla değil, nasslar ve haberlerdeki muhtevayı anlamak ve uygulamakla mükelleftir.

Böyle bir din tasavvuru, İslam düşünce tarihinde ilk olarak Iyâs b. Muaviye (ö. 740) İbnü’l Mukaffa' (ö. 759) gibi önemli isimlerce kıyasın yetersizliği durumunda daha işlevsel yollara başvurmak gerektiği şeklinde dikkat çekilen daha sonra Ebû Hanîfe öncülüğündeki fıkıh ekolünce bir istidlal yöntemi olarak geliştirilen İstihsan hakkında İmam eş-Şâfiî’nin “hiçbir delile dayanmaksızın hüküm icat etmek” veya “zevke/keyfe göre hüküm vermek" demesiyle örtüşür niteliktedir. İstihsanı bu denli ağır eleştiren Şafiî, nassların otoritesini korumayı ve kıyasın terkedilmesine mani olmayı amaçlamış olabilir; fakat tarihsel süreçte genel fıkıh mantığına hâkim olan bu anlayış tarzı, hukuk düşüncesinin tıkanmasına sebebiyet vermiş ve bu tıkanma özellikle modem dönemlerde Müslümanların geleneksel fıkıh ya da şeriata tavizsiz biçimde sahip çıkmak ve fakat şeriata göre değil, modernitenin icaplarına göre yaşamak gibi arızalı bir duruma sevk etmiştir.

Kur’an’ı tek başına dinî hüküm kaynağı olarak kullanmak ve onu her mesele hakkında konuşturmak, temelde klasik fıkıh usulündeki Kur’an tarifini de şekillendiren Sünni-Eş’ari “kelâm-ı kadim" nazariyesine dayanır. Kur’an’ın tarihten ve tarihsel varlık alalımdan bağımsız bir ezelî mevcudiyetinin bulunduğu iddiası bu nazariyenin özünü oluşturur.    

Kur’an’daki bilgi (ilim) ve anlamın sınırsız olduğu düşüncesinin de Sünnî-Eş’arî kelâm ı kadîm nazariyesine dayandığı şüphesizdir. Nitekim fıkıhta Şafii, itikatta Eş’arî mezhebine mensup bazı müfessirler, “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” mealindeki En’âm 6/38. ayette geçen “kitâb kelimesini Kur an metnine hamletmişlerdir. Ayetteki el-kitâb kelimesi genellikle Levhi Mahfuz ve/ veya Allah’ın sonsuz ve sınırsız ilmi diye izah edilmiş olsa da el-kitâb’ın elimizdeki Kur’an metnine işaret ettiği yorumunu tercih edilmiştir.

Yorum Nesnesi Olarak Kur’an

Kur’an sonsuz ve sınırsız anlam içeren bir kelam/kitap olarak algılandığında, her türlü fikir ve iddianın Kur’an’a refere edilmesi gayet tabii olsa gerektir. Nitekim İslam düşünce tarihinde birbiriyle taban tabana zıt görüşleri savunan mezheplerden hiçbiri Kur'an'dan kendi görüşlerine delil bulma hususunda zorluk çekmemiş, bilakis her mezhep kendi namına Kur’an’dan yeterli miktarda delil tedarik etmiştir. 

Başından beri resmetmeye çalıştığımız bütün bu problemlerin salt Kur'an ve tefsirle ilgili metot (usûl) ve İlmî anlayış farkından kaynaklandığını söylemek kesinlikle safdillik olur. Kanımca, esas mesele iz’an, insaf ve ahlak noksanlığıdır. 

Değerlendirme ve Sonuç

Bütün bu sorunlar Kur’an bağlamında tüm Müslümanların ittifakla kabul edecekleri bir anlam ve yorum üretilmesini neredeyse imkânsız kılar. Ancak tüm sorunlara rağmen Kur’an’ın bütünleştirici bir metin olarak okunması da pekâlâ imkân dâhilindedir. Fakat böyle bir okumanın ön şartı tek hakikatçi dil ve üsluptan vazgeçmektir. 

Fasih Arapça ile indirilen Kur’an lafızlarının zorunlu, mümkün ve muhtemel anlamını belirlemek için öncelikle Arap diline vâkıf olmak, özellikle de Kur’an’ın indiği dönem ve coğrafyada yaşayan Arapçanın dil ve mantık yapısını göz önünde tutmak elzemdir. İkinci aşamada, ne dediği bilinen lafzın nasıl bir şer’i hüküm içerdiğini ortaya koymak, yani metinde ne denilmek istendiğini yorumlamak gerekir. Fakat böyle bir yorum Arap diline vukufun ötesinde fıkıh formasyonu, ictihad melekesi ve geniş çaplı birikim gerektirir.

Fıkıh usulü disiplini içerisinde oluşturulan dini deliller hiyerarşisinde Kur’an her ne kadar Sünnetten ayrı bir delil ve hüküm kaynağı olarak kategorize edilmiş olsa da Kur’an’ı ayrıştırıcı bir metin olarak okuma ve anlamanın önüne geçebilme noktasında Hz. Peygamber'in sünnet ve siretinin de mutlak surette dikkate alınması, dolayısıyla Kur'an'ın Hz. Peygamber ve sahabeye ait kıssasıyla birlikte yorumlanması gerekir. Kur’an kendi kıssası ve hikâyesinden bağımsızlaştırıldığında her türlü istismara açık bir metin haline gelir. Bunun içindir ki Hz. Ali Abdullah b. Abbas'ı Haricîlerle müzakereye gönderirken, "Onlarla (Haricilerle) tartışırken Kur’an'dan delil getirme. Çünkü Kur an çok çeşitli anlamlara elverişlidir. Sen onlarla sünnet üzerinden tartış” demiştir. Bu rivayetin diğer varyantı da şöyledir:

İbn Abbas Hz. Ali’ye. “Ey müminlerin emiri! Ben Allah’ın kitabını onlardan çok daha İyi biliyorum; çünkü Kur’an bizim hanemize nazil oldu” dedi. Hz. Ali de şöyle karşılık verdi: “Evet, doğru söylüyorsun ama Kur’an çeşitli manalar taşır. Sen bir manadan (vech) söz ederken onlar diğer/farklı bir manayı öne sürerler. Bu yüzden, onlarla sünnet üzerinden tartış. Çünkü onlar sünnet karşısında kaçış imkânı bulamazlar.”

Hz. Ali'nin burada söz konusu ettiği sünnet’in Buhârî ve Müslim gibi isimlere ait hadis mecmualarındaki rivayetlere değil, Hz. Peygamber ve sahabenin İlâhî vahyin rehberliğinde ortaya koydukları siret ve geleneğe karşılık geldiği şüphesizdir. Bu anlamda Hz. Peygamberin sünnetinin dikkate alındığı yorum tarzı bir taraftan Kur’an’ın yorumcudan bağımsız olarak orada duran ve tablet çözümlemeyi anımsatan linguistik analizlerle anlaşılmayı bekleyen bir metinsel entite olarak algılanmasını az çok bertaraf eder, diğer taraftan da Müslüman yorumcuyu kendi mana ve mesajlarının içine çekerek anlama ve yorumlamaya empati (duygudaşlık) boyutu da ekler.

Ayetler kimi zaman nüzul sebebine karşılık gelen yaşanmışlıklar eşliğinde okunup anlaşılmaya çalışıldığında Kur’an yorumcunun sadece aklına ve fikrine değil, kalbine ve gönlüne de hitap eder hâle gelir. Bu durum anlama ve yorumlamayı Kur’an’la varoluşsal bağ kurma imkânına da dönüştürebilir. Böyle bir bağ sayesinde yorumcu bir taraftan Kur'an lafızlarını hissettirdikleri manalarıyla anlayıp yorumlarken, bir taraftan da bu yorumların kendi hayatında karşılık bulmasına çalışıp kendini ve yaşam pratiğini dönüştürmeye yönelebilir.

bottom of page