top of page
Ducane.png

Sahabenin Tamamı Kur'an'ı

Kâmilen Anlamışlar mıydı?

[Sahabenin bazı ayetleri anlayamadıkları ve Hz. Peygamberin Kur’an’ı tefsir ettiği konusundaki rivayetler öne sürülerek yöneltilen eleştiriler ve  bunlara karşı D.Cündioğlu’nun verdiği cevapları paylaşmayı faydalı bulduk. Eleştirilere verilen cevapları yeterli/doyurucu bulmadığımızı belirtmek istiyoruz. Görünen o ki, “bir kısım gerçekler güzelim teoriyi berbat ediyor.”]

Dücane Cündioğlu'nun Anlam'ın Tarihi (Kapı:2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Suyuti:

Kur’an Arapların en fasih konuştukları bir zamanda Arap Dili’yle nazil olmuştur. Araplar o dönemde Kur’an’ın zevahirini ve ahkamını biliyorlardı. Kur’an’ın derin anlamları ise, —çoğu durumda Hz. Peygambere (s.a) sormakla birlikte— belli bir düşünme ameliyesinden sonra onlara zahir oluyordu; tıpkı, “(iman edip) imanlarına zulüm karıştırmayanlar” [En’am: 82] ayeti nazil olduğundaki sualleri gibi. O zaman onlar “Hangimiz nefsine zulmetmedi ki?" diye sormuşlar, Hz. Peygamber de “Şirk muhakkak ki büyük bir zulümdür” [Lokman: 13] ayetiyle istidlal etmek suretiyle, bu ifadeyi açıklamıştı.

Hz. Peygamberin Ayette Geçen “Zulüm” kelimesini Tefsir Etmesi

Sahabeden bazılarının, “İman edip imanlarına zulüm karıştırmayanlar, işte korkudan emin olmak onların hakkıdır ve hidayete erenler onlardır” (En’am: 82) ayetini duyduklarında, zulüm kelimesini ibadete de şamil olacak şekilde umumi manasıyla yorumlamaları, sonra da hemen kendi durumlarına bakıp ayetin tebşiratı dışında kaldıktan zehabına kapılmaları, ibarenin manasında bulunan herhangi bir kapalılıktan veya kendisine muhatapların bilemeyecekleri bir mananın yüklenmesinden neşet etmemişti. Aksine bu kimseler zulüm kelimesinin, içerisinde yer aldığı pasajın bütünlüğüne dikkat etmedikleri için endişelenmişler, Hz. Peygamber de kelimenin bu bütünlük çerçevesinde anlamını kazandığını ihsas ederek onlara “Şirk muhakkak ki büyük bir zulümdür” (Lokman: 13) ayetini hatırlatmıştır. 

Bu hadiseden, Hz. Peygamber (s.a) tarafından izah edilmedikçe Kur’an’ın ilk ve doğrudan muhatapları tarafından anlaşılmadığı, anlaşılamayacağı şeklinde genel bir sonuç çıkarılamaz. 

Taberi, mezkur ayeti okuduğunda ifadeden yanlış mana çıkaran kimseler arasında Hz. Ömer’i de zikretmektedir. Fakat bu sefer onu uyaran kişi, Hz. Peygamber değil, Ubey b. Ka’b’dır. Nitekim Hz. Ömer ayeti okuyunca endişeye kapılıp Ubey b. Ka’b’a bu endişesini izhar eder. Ubey’in cevabı ise şöyle olur: “Ey müminlerin emiri! Durum senin anladığın gibi değil. Burada kastedilen kimseler, imanlarına şirk karıştırmayanlardır. Allah Teala ‘şirk muhakkak ki büyük bir zulümdür’ diye buyurmuştur” der. Bu hadise, kendisine emir’ul-müminin diye hitap edildiğine göre, Hz. Ömer’in hilafeti döneminde cereyan etmiş olmalıdır. 

Teşbih ve Nazar

Adiy b. Hatem adlı sahabinin, Bakara: 187 ayetinde geçen “fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye kadar yiyin için” ifadesini anlayamadığı, bu nedenle biri siyah, diğeri beyaz iki ip alıp yastığının altına koyarak imsak vaktini bu suretle tayin etmeye çalıştığı, muvaffak olamayınca da Hz. Peygamber’e müracaat edip, ayetten muradın böyle olmadığını öğrendiği bahis mevzuu edilmektedir. Hz. Peygamber de ona, bu ifadeden muradın “gündüzün beyazlığı ile gecenin siyahlığı” olduğunu söyler.

Bu ve benzeri hadiselerden hareketle umumi hükümler vaz edilip, nazil olduğu dönemde Kur’an’ın bazı ifadelerinin, Hz.Peygamber’e müracaat edilmedikçe muhataplarınca anlaşılamadığı; zira her ne kadar Kuran Arapların diliyle nazil olduysa da onların kullandıkları manalarla inzal edilmediği söylenmiş, böylece halk arasında vakıaya muhalif görüşler yaygınlık kazanmıştır.

Adiy b. Hatem’in ayetteki ifadeyi yanlış anlaması, takdir edileceği üzere Kur’an’da Arapların anlamadığı manaların bulunduğuna delalet etmez. Çünkü Peygamber efendimiz (s.a), onun bu durumunu tabii karşılamamış ve kendisinin ayetin ibaresine kaydına) dikkat etmediği için böylesine gülünç bir mana çıkardığını ihsas etmiştir. Bu sahabinin, Kur’an’da anlamadığı başka ayetler de olduğu (msl. Tevbe: 31) ve kendisi dışında ismi tasrih edilerek bu ifadeyi anlamadığı rivayet edilen başka bir sahabinin bulunmadığı nazar-ı dikkate alınırsa, bu yanlış anlamanın Adiy b. Hatem’in şahsına mahsus olup, bütün Araplara ve bahusus bütün sahabilere teşmil edilemeyeceği sonucuna varmak kaçınılmazdır.

Fehm ve Fıkh

Dediler ki: Ey Şuayb! Senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz (Hud: 91)

 

Burada, anlaşılmadığı söylenen hususun Hz. Şuayb’ın sözleri —'sözlerinin çoğu’—olduğu ifade edilmektedir. Muhatapları, Hz. Şuayb (a.s) kendilerine kendi dilleriyle hitap ettiği halde, nasıl olup da ona “Senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz” diyebilmişlerdir?

Şayet burada, “Dini metinler, her zaman aklın kavrayacağı meseleleri kendisine mevzu edinmez; zira Allah Teala’nın, insanlardan anlamalarını değil, iman etmelerini istediği bazı gaybi hakikatler de vardır” diye itiraz edilecek olursa, bu itiraza şu cevabı veririz: Bu itiraz yerinde değildir; zira burada, kendisine iman edilmesi istenen hakikatlerin bilinmesinden değil, hangi hakikatlere iman edilmesinin istendiğinin bilinmesinden söz edilmektedir. Mesela, “insanların öldükten sonra yeniden dirilecekleri” hakikatine inanması ve bu hakikat mucibince de amel etmesi istenen bir kimseye, önce insanların öldükten sonra yeniden dirilecekleri hakikati haber verilmeli, sonra da bu habere iman edip mucibince amel etmesi lazım geldiği söylenmelidir. Binaenaleyh burada, kendisinden haber verilen hakikatin bizatihi anlaşılır olup olmadığı mesele edilmemektedir; bilakis buradaki mesele, o hakikate dair yapılan ihbarın, muhataplar tarafından anlaşılabilir bir keyfiyet taşıyıp taşımadığıdır.

Evet Kur’an, ilk muhataplarına hem kendi dilleriyle hem de genel olarak halkın anlayabileceği bir üslupla sesleniyordu. Söylediği, anlattığı, kavratmaya çalıştığı konular da salt belli bir kesimin alakasını çekebilecek türden konular değildi. Her yönden şirke batmış bir toplumu, Tevhide davet ediyor, Kıyamet Günü’nün yakın olduğundan bahisle kendilerine çeki-düzen vermelerini, katletmemelerini, çalmamalarını, zina etmemelerini, ölçü ve tartıda hassas davranmalarını, içki ve kumardan uzak durmalarını, kısaca bu dünyadaki hayatlarını Hesap Günü’nü nazar-ı dikkate alarak düzenlemeleri gerektiğini onlara hatırlatıyordu.

Metin ile muhatap arasındaki ilişkinin böylesine dolayımsız bir biçim kazandığı bu zeminde, “ilk ve doğrudan muhataplar”, metinde söylenenleri anlamak için yardımcılara (müfessirlere) veya ilave açıklamalara (lügat ve tefsirlere) ihtiyaç duymadılar. Kimse, metnin kendisine ne dediğini anla(ya)madığını, sırf anlayamadığı için de metnin söylediklerini kabul edip etmemekte tereddüde düştüğünü dile getirmedi.

Beyan ve Tebeyyün

Taberi (öl. 310) bu konuda farklı düşünmekte ve tefsirinde kendisinden sıkça istifade etmiş olduğu Ebu Ubeyde’nin aksine, bu rivayetin, Kur’an’ın bir kısmının, yani zahirde mücmel olan hususların [vacib, mendub, irşad gibi emirlerin, nehiylerin, hakların ve hadlerin] te’vil ve tafsilinin ancak Hz. Peygamber’in (s.a) beyanı vasıtasıyla mümkün olduğu şeklindeki görüşü(nü) doğruladığını söylemekte ve ardından “Sana bu Zikr’i [Kur’an’ı] indirdik ki insanlara kendilerine indirileni beyan edesin” (Nahl: 44) ayetini delil olarak öne sürmektedir.

 

İmam Taberi’ye göre, şayet bu rivayet —bazı cahillerin (!) vehmettiği gibi— Hz. Peygamber’in Kur’an’dan çok az ayeti tefsir ettiğine delalet ediyor olsaydı, o takdirde Zikir (Kur’an), Hz. Peygamber’e, “insanlara, kendilerine indirileni beyan etmesi için” değil, bilakis “insanlara, kendilerine indirilenin beyanını terk etmesi için” indirilmiş olurdu. Oysa Allah Teala, Rasulü’nü (s.a), kendisine indirileni tebliğ ve talim için görevlendirmiş, Kur’an’ı kendisine onu insanlara beyan etmesi için indirmiş, Hz. Peygamber de Allah Teala’nın kendisine emrettiğini, O’nun emrettiği gibi yerine getirmiştir.

Oysa bu ayette geçen “li-tubeyyine li’n-nas” (insanlara beyan edesin) ifadesi, İbrahim: 4 ayetindeki “li-yubeyyine lehum” (onlara beyan etsin) ifadesi gibi, “izah ve tefsir etmek” değil, bilakis “duyurmak, bildirmek, haber vermek” manalarına gelmektedir: “Biz her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara beyan etsin" yani her peygamber, Allah’ın emir ve nehiylerini (İlahi iradeyi) kendi kavminin diliyle onlara bildirsin, onları haberdar etsin, İlahi mesajı onlara kendi dilleriyle duyursun, aktarsın.

Bizim kanaatimize göre, Kur’an’m nazil olduğu dönemde, ne Hz. Peygamber, ne de ilk ve doğrudan muhatapları böylesi bir ikinci beyana ihtiyaç duymuşlardı. Çünkü ayat-ı mübeyyene, dil düzeyinde ikinci bir beyana ihtiyaç duymayacak kadar açık ve anlaşılır idi, yine dil düzeyinde tefsir ve izaha gerek yoktu. Münferid bazı durumlarda açıklamalar yapıldıysa bile, bu açıklamaların miktarı fazla değildi. 

Ducane.png

Dücane Cündioğlu'nun Kur'an'ı Anlamanın Anlamı (Kaknüs:2005) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

İlk Muhatapların Durumu

İbn Haldun, Kur’an’ın nazil olduğu dönemdeki muhatapları tarafından açıkça anlaşıldığını şu şekilde dile getirmektedir:

Bil ki Kur’an, Arap Dili ve Arap Dili’nin üslup ve belâgatıyla nazil olmuştur. O nazil olduğunda Arapların hepsi Kur’an’ı anlıyorlardı ve onun bütün ayrı ayrı kelime ve terkiplerindeki mânâları biliyorlardı. Kur’an, tevhid’i ve dinî vecibeleri hâdiselere uygun olarak beyan etmek maksadıyla cümle cümle, ayet ayet inzâl ediliyordu...  

Gerek Ahmet Emin’in, gerekse M. Hüseyin Zehebî’nin İbn Haldun’un bu ifadelerini hedef alarak serdettikleri tenkidleri doğru bulmadığımızı burada belirtmeliyiz; zira bu iki âlim de İbn Haldun’un (Arapların hepsi) şeklindeki ifadesini eleştirip bu ifadenin gerçeği yansıtmadığını söylemektedirler. 

Zehebî’nin, Kur’an’ı anlamanın, sadece Arap diliyle sınırlı olmadığına ilişkin uyarısı doğrudur. Fakat burada İbn Haldun’un yaptığı, sadece, Arapların kendi dillerinde nazil olan bir kelâmı anlamış olduklarını vurgulamaktan ibarettir. Dil, bir sözden kastedileni anlamada bir vasıta olmakla birlikte, sözü kavramak, sözün muradı üzerinde tefekkür ve tedebbür etmek için elbette dilbilgisinden daha fazlası lazımdır.

Zehebî, “Buharî’nin şu rivayetine İbn Haldun ne diyecek bakalım?’ diye sorar ve Adiy b. Hâtem’in Bakara/187 ayetini anlamadığını, eline siyah ve beyaz iplik aldığım, bu duruma muttali olan Hz. Peygamber’in (s.a) ona ayetin mânâsını bildirdiğini nakleder. (Zehebî, 1976:1/35)

Bu rivayette, bizce, İbn Haldun’un sözünü nakzedecek bir taraf yoktur. Çünkü aynı rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a), Adiy b. Hâtem’in bizzat anlayış eksikliğini dile getirmiş, Zehebı’nin kendisi de buna zaten işaret etmiştir. İkincisi, Adiy b. Hâtem’in anlamadığı başka ayetler de vardır (msl. Tevbe/31). Üçüncüsü, ayeti Adİy b. Hâtem dışında anlamadığı rivayet edilen başka bir sahabi daha yoktur. Buradan hareketle ayette muğlak herhangi bir taraf bulunmadığını ifade edebiliriz. Dördüncüsü, —ki burası çok önemlidir— Adiy b. Hâtem’in kendisi de aslında ayetin lafızlarını anlamış ve fakat lafızlardan murad edileni anlamakta hataya düşmüştür; yani ayetin muradını anlayamamanın ya da hatalı anlamanın sebebi burada dil’in sınırlarını aştığından, dolayısıyla anlama, metin üzerinde düşünmeyi, ‘söylenen’e dikkat kesilmeyi de gerektirdiğinden, maksad anlaşılamamıştır. Sonuç olarak, anlama faaliyetinin özünün, istidlali bir karakter taşıdığına, istidlâlin hakkı verilmediğinde ise, lafızların anlamlan tek tek bilinse dahi sözün bütününün kavranamayacağını söyleyebiliriz.

Demek ki Kur’an’ın ilk muhataplarının, onun ‘iletmek’ istediklerini anlamak konusunda —akledip düşünmek kaydıyla— bir mazeretleri olamazdı ve bu nedenle içlerinden bir kısmı ne demek istediğini ‘anladıkları’ bir kelâm’a iman ettiler ve bir kısmı da yine ne demek istediğini ‘anladıktan’ bir kelâm’ı inkâr ettiler. Daha sonraları ise, yani zaman ve mekân değişip de yeni nesiller, dolaylı muhataplar ilk muhatapların yerini alınca, ister istemez anladıklarının ‘doğru anlam’ olduğundan emin olmak için seleflerine başvurdular, onların yolundan ayrılmadılar. Seleflerinden tevarüs edegeldikleri anlam’ın yerine, her yeni anlam’ın ikamesi teşebbüsüne tepki gösterdiler. Kişisel ve keyfî anlam vermelerin hep karşısında oldular, hatta Kur’an konusunda ileri-geri konuşanların uhrevî akibetlerinden bile endişe ettiler. Kur’an’ın kelimelerinin sahih anlamım muhafaza için birçok disiplinler geliştirdiler ve bu nedenle birçoğu ömürlerinin önemli bir bölümünü şehirlerde değil, çöllerde geçirdiler. Kısacası ne lazımsa onu yaptılar. Her şey anlam’ın muhafazası içindi. İşte böylece, Kur’an ayetlerini anlamak konusundaki aktivitenin toplamı —büyük ölçüde— Tefsir Tarihi’nin sayfalarında yerini aldı.

Şâtıbî de “Her ayetin bir zahiri, bir de bâtını vardır!” hadîsinde geçen ‘zahir’ kelimesinden tilavetin zahirinin, ‘batın’ kelimesinden ise Allah’ın muradı’nın kastedildiğini söyler. O, “Şunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?” (Nisa: 78) ayetinin, “Onlar hitabın kendisini anlamıyorlar” mânâsına gelmediğini, bilakis ayette, “Onlar hitabdan Allah’ın muradını anlamıyorlar, denmek istendiğini belirtir. Kur’an Arapların diliyle nazil olmuşken, nasıl olur da onlar hitabın kendisini anlayamazlardı? Onlar kendilerine yöneltilen hitabı anlamışlar ve fakat kelâm’dan (hitab’dan) Allah’ın muradının ne olduğunu anlamak konusunda hiçbir çaba göstermemişlerdi. (Şâtıbî)

bottom of page