top of page

Hırka-i Saadet Dairesi’nde teravih, RuÅŸen EÅŸref Ünaydın

Adem Çevik'in Edebiyatımızda Ramazan (Sütun Yayınları: 2006) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

​

​

​

​

​

​

​

​

​

Lale bahçesi'nde ezan okundu...

​

Dehlizlerin sıra sütunları arasındaki loÅŸluÄŸu kırmızı fanuslar mini mini noktalamıştı. Asırları, saltanatları ve vecdeleri tanıyan bu sütunlardan birine yaslandım. Kulaklarımda surelerin naÄŸmeleri ve gözlerimde mutasavvıfane bir bahar özleten mahmur çini harikaları var...

​

Sütun gölgeleri arasında rüya hayaletleri gibi silikleÅŸmiÅŸ küçük cemaat iÅŸte teravihe kalktı. Her iki rekâtta bir güzel sesler salâvat getirmeye baÅŸladı. Ve her dört rekât başında Enderunlular Bestenigârdan, Sabadan, Hüzzamdan, Hicaz ve AcemaÅŸirandan kadim besteli Türkçe İlâhiler okuyorlardı.

​

Öyle bir cuÅŸiÅŸ içinde idim ki, ÅŸu zamanda yaÅŸar bir fani olduÄŸumu yavaÅŸ yavaÅŸ unutuyordum. Bilmiyordum ki hangi asrın Türküyüm! DirseÄŸim yanımdaki Enderunludan daha vuzuhla Mısır fethinden dönen yeniçeriye sürünüyordu. DuyduÄŸum nefes, rükûlarda mafsalları çıtırdayan buruÅŸuk yüzlü Ak AÄŸa'dan ziyade Sigetvarlı görmüÅŸ bir pir gazinin soluÄŸuydu, imamın geçkin sesi Revan gününden geliyor gibiydi. Her selâm veriÅŸte sanıyordum ki dizinde tespih, belinde hançer, bizünûb ve gururunun istiÄŸfarı için murakabeye varmış bir eski hakanla göz göze geleceÄŸiz...

​

O bergüzar ki onu Türk milleti en civan demlerinde çılgın âşıklar gibi susuz çöller aÅŸarak, demir kaleler devirerek kucaklamış ve Resul dudaklarının izhar buyurduÄŸu arzunun ÅŸehrine bir yeni mana halinde getirmiÅŸti. Yeryüzünün tanıdığı en büyük ruh amirinin vücuduna sarılmış, o tendeki raÅŸelere sürünmüÅŸ Hırka-ı Saadet e bu kadar yakın durdukça ilk sahabeleri andım. Maddi tebcil ve ÅŸahane ruhaniyet payanım en yüksek haddini bulmuÅŸ bu dairede bizim bin üç yüz otuz yedinci ramazanda kıldığımız ÅŸu teravihi acaba onlar Hicaz yıldızlan altında ve soÄŸumaya baÅŸlamış kumlar üstünde Resul ün etrafında ilk defalar ne taze bir vecdle eda etmiÅŸlerdi...

​

İbadetimiz bin amber kokusu içinde idi. Bilhassa secde demlerinde bir su uzaktan, maveradan sesleniyor gibiydi. Bu koku bir gümüÅŸ buhurdandan geliyor. Bu su bir somaki çeÅŸmenin lülesinden boÅŸanıyor ve Arapkâri nakışlı bir mermer olukta sırma gibi akıyordu. Bununla beraber Hırka-ı Muhammed'in eteÄŸi ucunda güya kevserin sesini duyan ve cennetin kokusunu alan müminlerdik.

Müezzin “Elveda yâ ÅŸehr-i ramazan, elveda yâ ÅŸehr-i bereket vel ihsan!” diye nida ediyordu. AÄŸlayanlar ve inleyenler “âmin, âmin” diyorlardı.

​

Ne yapsam ve nasıl olsa bitmesi mukarrer ve muhakkak hayatım için, küçük ÅŸahsi arzularım için, hiçbir dua etmedim, hiçbir ÅŸey dilemedim. ErdiÄŸim vecdin havası içinde: “Elden yitirip kendimi bî-hûdluÄŸa yettim.”

​

​

bottom of page