Arayan İnsan
İslam'a Giriş
Dini Coşku ve İbadet
François Georgeon'un "İstanbul'da Ramazan" (İş Bankası:2018) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
​
​
​
​
​
​
​
​
​
​
İslam’ın Kutsal Ayı
Ramazan ayı Åžebr-i Mükerrem, Åžebr-i Åžerif, Åžebr-i Mübarek adlarıyla onurlandırılır, yüceltilir ve kutsanır. Buna bir de Ramazan diye eklemek gerekmez: İslam’ın en mukaddes ayı olan Ramazan ayından söz edildiÄŸini herkes bilir. Peki ama Ramazan’ı mukaddes kılan nedir?
​
Ramazan ayı, insanlara yol gösteren, hidâyet, doÄŸruyu ve yanlısı ayırdedip açıklayan Kuran'ın indirildiÄŸi aydır.
​
Åžehr-i Kur’an, Kuran Ayı. Türkçede Ramazan genelde böyle adlandırılır. J. Jomier ve J. Corbon’un yazdıkları gibi:
Ayetlerden birinde öyle emredildiÄŸi için oruç tutulur, Kuran’ın muaf tuttukları muaf tutulur. Yine bu ayda Kur’an sık sık okunur, söylenir, Kuran'ın emirleri hatırlanır. Müslüman topluluÄŸu herseyden önce Kur’an topluluÄŸudur.
​
İstanbul’un büyük camilerinde Ramazan’ın ilk gününden (bazen de bir önceki günden) itibaren Kadir Gecesi’ne ya da arife gününe kadar hafızlar kutsal kitabı okur. Bazı hafızlar gün boyunca ve sadece yatsı namazına kadar bazıları ise sabah namazına kadar okur; ay sonunda Kuran’ı baÅŸtan sona okumuÅŸ olurlar. Tilavete kalabalık bir mümin topluluÄŸu katılır, tercihen sesi güzel olan ya da güzel okuduÄŸu bilinen bir hafızın camisine gidilir.
​
İslamiyet’in mukaddes ayı, Kuran ayı olan Ramazan Müslümanlar açısından aynı zamanda kimlikle ilgili bir aydır. ÇaÄŸdaÅŸ bir İslamiyet uzmanı olan Louis Gadret ÅŸöyle der:
“Samimiyetle oruç tutanlar için Ramazan’m, İslam’ın gerçek anlamını, Hz. Muhammed’in milletine ait olma duygusunu keskinleÅŸtirdiÄŸi ÅŸüphesizdir.”
​
Bu ay bir müminin, İslam ümmetine mensubiyetinin bilincine en özel biçimde vardığı aydır aynı zamanda. İstanbul’da oruç açanlar, Fez ya da Cakarta Müslümanlarının da aynı anda aynı ÅŸekilde oruç açtığını bilirler. Kaldı ki İstanbul’da Müslüman âleminin coÄŸrafi boyutunu hatırlatacak somut öÄŸeler de vardır. Söz ettiÄŸimiz camilerin avlularında açılan tezgâhlarda Kuzey Afrika’dan Hint Okyanusu’na kadar Müslüman âleminin dört köÅŸesinden gelen eÅŸya sergilenir; satıcılar da MaÄŸrip’ten, Fars’tan, Afganistan, Orta Asya ya da Hindistan’daki Müslüman ÅŸehirlerden gelirler. Bu pazarlar İslam ümmetini gerçek anlamda sahneye çıkartır. Bayram vesilesiyle hediye verilecek bütün bu nesneler İstanbul Müslümanları arasında Müslüman âlemine ait oldukları duygusunu güçlendirir. Üstelik İstanbul Müslümanları bu sayede Orta Asya, Kafkaslar, İran ve Balkanlar’dan gelen dindaÅŸlarıyla görüÅŸme fırsatına da sahip olurlar; gelenler kalabalıkta, kendi yerel kıyafetleriyle hemen göze çarpar zaten. Ramazan seyyahları denilen bu seyyahlar aslında iki ay sonra gerçekleÅŸecek hac ziyaretine çıkan hacılardır. Hac yoluna çıkıncaya kadarki zamanı, Ramazan ve bayramı Osmanlı baÅŸkentinde geçirir, cami ziyaretlerinde bulunur, Eyüp Sultan Türbesi’ni ziyaret ederler. Ramazan ayı boyunca İstanbul sadece bir Müslüman kent olmakla kalmaz, çekiciliÄŸi ve yaydığı etki dolayısıyla Müslüman âleminin bir tür baÅŸkenti halini alır.
​
19. yüzyıldan itibaren imparatorluÄŸun BatılılaÅŸmasıyla birlikte yaÅŸanan deÄŸiÅŸiklikler İstanbul sakinlerinin yaÅŸam çerçevesini, davranış ve âdetlerini etkilediÄŸi için, Ramazan dönemi bir süreliÄŸine geleneÄŸe geri dönüÅŸ de sayılabilir… Bu durum iftar sofrasında, üstelik en BatılılaÅŸmış ailelerde bile çok açık görülür. Avrupa tarzı sofra adabını, yani masa ve etrafında iskemleler tarzını benimsemiÅŸ aileler dahi iftar sofrası söz konusu olduÄŸunda, yere koyulan sininin etrafına alaturka ÅŸekilde baÄŸdaÅŸ kurup otururlar. Son yüzyıl içinde sofra takımı (özellikle de çatal) alışkanlığının yerleÅŸtiÄŸi ailelerde de geleneksel yeme tarzı olan elle yemenin iftar sofralarında uygulandığı görülür. En modern ailelerde Batı tarzını andıran mutfak da Ramazan’ın gelmesiyle birlikte alaturka tariflere, yemeklere ve lezzetlere geri döner.
​
İmanın Tezahürleri
Ramazan dinsel heyecanın, sofuluÄŸun en yoÄŸun biçimde dışavurulduÄŸu aydır. Ramazan’da baÅŸka aylara göre daha yoÄŸun dinsel uygulamalar yaÅŸanmakla kalmaz, her ÅŸey daha ziyade toplulukla birlikte yaÅŸanır. Müminler evlerinden çok, tercihen genelde camilerde cemaatle beraber ibadet ederler; evlerinde kalsalar da kendi köÅŸelerine çekilmek yerine ev ahalisiyle, hep beraber ibadet etmeye çabalarlar.
​
Camilere ne kadar kiÅŸinin gittiÄŸine bakmak dinsel heyecan ve uygulamaları ölçmekte kullanılabilecek en iyi göstergedir. Eldeki bütün tanıklıkların doÄŸruladığı üzere, İstanbul camileri Ramazan’da baÅŸka zamanlara göre hep daha dolu olur. Ekim 1876’da II. Abdülhamid saltanatının en başında Le Temps muhabiri İstanbul’da yaptığı bir röportajda Ramazan ayı için ÅŸöyle der: “Camiler tıkış tıkıştır.”
​
Sıradan günlerde camiye gitmeyen bazı kiÅŸiler Ramazan’da camiye gidip ibadet eder; bazıları da dinsel coÅŸkuya kapılıp, iÅŸleri de buna müsaitse günü camide geçirir; Kuran tilavetine katılır, vaazları dinler. En dindar olanlarsa ibadethaneleri gece ziyaret eder. Mübarek ay boyunca camiler geceleri de açık olur, sabaha kadar da ışıkları yanar. Caminin namaz kılınan mekânında itikâfa çekilenler için ayrı bir yer düzenlenir; itikâfa daha çok Ramazan’ın son on günü çekilinir.
​
Ramazan’a özgü ritüeller de vardır. ÖrneÄŸin teravih namazı bunlardan biridir: Yatsı namazının ardından, iftardan bir buçuk saat sonra kılınır. Farz olanları yılın geri kalanında ihmal edenlerin özellikle kıldığı bir namazdır.
​
“Ramazan’da camiye gidelim de hangisine gidelim?”
​
Küçük bir köyün sakinlerinin aklına gelmeyecek olan soru, İstanbul Müslümanlarının kendi kendilerine yönelttikleri gerçek bir sorudur. Adet olduÄŸu üzere “bin camili kent” denilen bu kentte gerçekten de karar vermekte zorlanır insan. 18. yüzyılın sonlarında yaÅŸamış Ayvansaraylı Hüseyin Efendi Hadikatü’l-Cevami adlı ünlü eserinde 526 tanesi tarihi yarımadada olmak üzere 867 cami ve mescitten söz eder. Bundan yüz yıl sonra, 1904 tarihli bir sicilde 694 tanesi hizmete açık olmak üzere 910 cami ve mescitten söz edilmektedir. En yakındaki camiye mi, mahallenin camisine mi yoksa Osmanlı baÅŸkentinin ÅŸanı olan büyük camilerden birine mi gitmelidir? Gerçi camiler Ramazan’ın otuz günü de her zamankinden daha doludur, ama bazıları hepsinden de kalabalık olur… Namık Kemal 1867 tarihli bir mektubunda Ramazan’da en çok gidilen camileri sıralar; Bayezid, Fatih ve Ayasofya adlarını verir; ama Kapalıçarşı yakınındaki Nur-u Osmaniye Camii’nin de devlet memurları ve nazırlar nezdinde raÄŸbet görmeye baÅŸladığını belirtir.
​
Halide Edib hatıratında, çocukken bir Ramazan akÅŸamı namaz vakti gittiÄŸi Süleymaniye Camii’nin kendisinde bıraktığı derin izlenimi ÅŸöyle aktarır:
Süleymaniye’ye ulaÅŸtık, içerde toplanmış dev kalabalığın arasına daldık (...) Binlerce erkek düzenli sıralar halinde dizlerini yere koymuÅŸ, topuklarına oturmuÅŸtu. Tek bir boÅŸ yer dahi yoktu ve bu sıkışık kütle, insandan yapılma bu halı her yaÅŸtan, her sınıftan, her kıyafetten oluÅŸan bir resim gibiydi. Kadınlar üst taraftaki balkonda namaz kılıyordu. (...) Birden tek bir ses duyuldu: "Sallalahü alâ Muhammed" ve insan kitlesi tek bir bedenmiÅŸ gibi ayaÄŸa kalktı. Sırtı müminlere, yüzü mihraba dönük duran imam namazı baÅŸlattı. Bir imamın idaresinde namaz kılmak harika bir ÅŸeydir, imam herkesin içinden tekrarladığı ayetleri yüksek sesle okur, insanlar öne eÄŸilir, yere diz koyar, secdeye gelir, yani alınlarını yer döÅŸemesine deÄŸdirir. Yapılan her hareket geniÅŸ ve karmaşık bir ahenkten ibarettir, ahengin yükselip alçalması ise birden çok müezzinin görünmeyen sesleri tarafından denetlenir. Nakarat müezzinler tarafından defalarca tekrarlanır. Müminler eÄŸilip kalktığında, ardı arkası gelmeyen boÄŸuk bir ses duyulur. Ebedi sessizlikten baÅŸka hiçbir ÅŸey yoktur, insan ömrü boyunca eÄŸilip kalkacağını sanırken insanlar bir anda biraz daha fazla kalırlar dizlerinin üzerinde, koro halinde "Amin, amin" sesi yükselir, havadaki düzenli hareket birden nerdeyse dizginlenmez bir ritme dönüÅŸür.
​
Camiler dışında bir de tarikatların tekkeleri ziyaret edilir. Bu alanda da tercihler çok geniÅŸtir: Klaus Kreiser’in yaptığı hesaplara göre 1882 yılında İstanbul’da 260, 1890 yılında ise 305 tekke vardı. Ramazan’da tekkeler çok daha yoÄŸun biçimde etkindir; kapılarını müminlere daha çok açar. Pek çok dindar kiÅŸi Yenikapı’daki Mevlevihane gibi ya da Halvetiye’nin bir kolunun kurucusu olan Sümbül Efendi’nin adını taşıyan KocamustafapaÅŸa’daki tekkede iftar yemeyi âdetten sayar. Kadirilerin Tophane’deki İsmail Rumi tekkesi Ramazan’da iftarda ortalama 50-60 misafir ağırlıyordu, ama bazı akÅŸamlar bu sayı 130’dan fazla olabiliyordu ki o zaman da bütün misafirleri ağırlayabilmek için aÅŸağı yukarı on tane masa hazırlamak gerekiyordu. Teravih namazı ya da (genellikle musiki eÅŸliÄŸinde gerçekleÅŸen) zikir için de derviÅŸlerin tekkelerine gidilebiliyordu. İstanbul’daki bir Nakşıbendi-Halidi tekkesi Ramazan’ın son on gününde itikâfa girmek isteyenleri kabul ediyordu.
​
Ramazan’da türbeler ve kabristanlar baÅŸta olmak üzere baÅŸka mukaddes yerler de ziyaret edilir. İstanbul sakinlerinin Peygamber’in yoldaÅŸlarından biri olan Eyüp Sultan Türbesi’ni ziyaret etmeleri nerdeyse farz gibiydi. Buna bir de kabir ziyaretlerini eklemek gerekir; aileler çadır kurup Ramazan boyunca kabristanda gecelerler. İstanbullu Müslümanlar bayram namazının ardından, aile efradının kabrini ziyaret etme âdetine ihtimamla uyar.
​
Büyük evler ve konaklar baÅŸta olmak üzere özel mekânlarda da ibadetin gerekleri, her zamankinden daha toplu bir niteliÄŸe bürünerek yerine getirilir. Zenginler imam, müezzin ve hafız kiralar, sesi güzel olanları tercih eder. Yere seccadeler serilir, ilahiler ve ayinler eÅŸliÄŸinde hep birlikte teravih namazı kılınır. Bu din adamları çoÄŸu geceyi bulundukları yerde geçirirler.
​
İstanbul’da İftar Yapmak
Manevi açıdan bu ayın merkezinde orucun yer aldığına hiç ÅŸüphe bulunmamaktadır.
​
17. yüzyıldaki bütün Avrupalı seyyahlar aynı görüÅŸtedir: Bu seyyahların yazdıklarını okuduÄŸumuzda bütün Müslüman Osmanlıların harfiyen oruç tuttuÄŸunu öÄŸreniriz. Kaldı ki çoÄŸu seyyah Müslüman Osmanlıların böyle ÅŸevkle oruç tutmasına hayran olduÄŸunu gizlemez, oruç tutanların uzun ve sıcak yaz günlerine bile gösterdikleri tahammüle hayran kalır. 17. yüzyıl sonunda Osmanlı İmparatorluÄŸu’nda Cizvit misyoner olan P. Nau ÅŸöyle yazar: “Çok zor olsa ve ciddi rahatsızlık verse de Türklerin aksatmadan oruç tutması hayranlık uyandırıcı.” BaÅŸka bir yazar, Poullet de asla “bu kadar sıkı bir perhize katlanabilecek” kadar güçlü olamayacağım itiraf eder.
19. yüzyıla iliÅŸkin, çoÄŸunluÄŸu o çaÄŸda yaÅŸamış Avrupalı seyyahlardan gelen sayısız tanıklığa ve gözleme sahibiz. 17. yüzyıl seyyahlarının ve gözlemcilerinin aksine, 19. yüzyıl seyyahları Müslümanların faka bastırılmasından, dinlerinin kaide ve ritüellerini çiÄŸnerken suçüstü yakalanmasından kurnazca zevk alır gibidirler. İstanbullu Rum bir ailenin kızı, Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Ali’nin eÅŸi Melek Hanım’ın, yani bir Osmanlı’nın aktardıklarıyla baÅŸlayalım. 1870’lerde ÅŸöyle yazıyor:
Birçok Müslüman hatta paÅŸalar dahi, gizliden oruç bozmakta beis görmez. Gündüz vakti sokaÄŸa çıktıklarında, ölecek kadar acıkmış kiÅŸilerin ağır ve yorgun havasını takınıp, rollerine devam ederler.
AÅŸağı yukarı aynı yıllarda Le Temps’in İstanbul muhabiri, “Üst sınıflarda birkaç yıldır, oruç tutmamak alışkanlık halini aldı ama bu herkesten özenle saklanıyor” diye yazar.
​
Bundan üç yıl sonra bu sefer de Times muhabiri aynı noktaya parmak basar: İstanbullu Türklerin üst sınıflarında eÄŸitim ve servet dinin emirlerine uymayanların sayısını arttırmaktaysa da Müslümanların gittiÄŸi hiçbir umuma açık mahalde yemeye ya da tütün kullanmaya kimse cesaret edememektedir. Yüzyıl sonunda bir yazar ÅŸöyle demektedir:
“Ramazan’da sadece yoksullar oruç tutmaktadır.”
​
Öte yandan H.G.Dwight Birinci Dünya Savaşı arifesinde ÅŸu gözlemde bulunur:
“(İstanbul’un) en AvrupalılaÅŸmış Türkleri oruç tutar gibi bile yapmıyor; hizmetkârları son derece ayıplıyor bu durumu.”
​
Genelde bütün bu gözlemler tek bir noktaya yöneliyor: 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ramazan’da oruç tutmaktan uzaklaşılmaktadır; ancak bu özel yaÅŸama iliÅŸkin bir gerçektir ve hane dışındakilerden özenle gizlenmektedir ve İstanbul’un Müslüman üst sınıfında görülmektedir.
DeÄŸindiÄŸimiz bu genel noktalar dışında, oruç tutmanın nasıl evrim geçirdiÄŸini kesin biçimde görmek amacıyla Galatasaray Lisesi öÄŸrencilerini ele alabiliriz:
1868 yılında İstanbul’da kurulan bu Fransız-Osmanlı kurumu baÅŸta İstanbul’un önemli Müslüman ailelerinin erkek çocukları olmak üzere çeÅŸitli toplulukların çocuklarına öÄŸrenim veriyordu. İstanbul’un önemli Müslüman ailelerinin erkek çocukları okulun ilk yıllarında özenle oruç tutar gibidirler; en azından lisenin ilk müdürü olan Louis de Salve öyle söylüyor:
Ramazan sırasında hiç görmediÄŸimiz kadar özenle uyuluyor oruca; kimse de kalkıp oruç tutmaktan vazgeçemez ve ben birçok öÄŸrencinin sabahtan aksama kadar yemeden içmeden oruç tuttuÄŸuna yıllarca ÅŸahit oldum.
​
Okulun yatılı kısmında Müslüman çocuklara yemek çıkmaz, ama sabah erkenden sahura kaldırılırlar. Ne var ki daha ileriki yıllara, 20. yüzyıl başına bakıldığında daha farklı bir durum görülür: Pek çok Müslüman öÄŸrenci imsakta kendilerine verilen nevalenin bir kısmını saklar ya da Bulgar, Rum veya Ermeni arkadaÅŸları kendi yemeklerinden bir kısmını onlara ayırır, onlar da gizliden yerlerdi.
​
Bu deÄŸiÅŸim cumhuriyetin baÅŸlarında iyice belirginleÅŸir: Galatasaray Lisesi öÄŸrencilerinin artık sadece küçük bir azınlığı oruç tutmaktadır.
​
Åžimdiye kadar söylediklerimiz kapalı mekânlarda, özel mekânlarda, evlerde, okullarda, dairelerde oruç tutulmasıyla ilgiliydi. Oruç tutmadığını umuma açık alanlarda göstermek çok enderdi. D’Ohsson’a inanacak olursak, 18. yüzyıl ortasında kimse kalkıp umuma açık bir alanda oruç yemeye cüret edemezdi:
Bütün Muhammediler bu konuda baÅŸka hiçbir dini konuda olmadığı kadar titizdir. Biri kalkıp da yasayı ihlal etmek istese, bunu umuma açık bir alanda yapmaya cüret edemezdi. Bir dini kaidenin çiÄŸnenmesi beraberinde dinsizlik ve saygısızlık suçlamalarını da getirdiÄŸinden, suçu iÅŸleyen hemen imansızlıkla, döneklikle tahkir edilir, dolayısıyla en sert cezaya da layık olur. İki kiÅŸinin ÅŸahitliÄŸi, affedilmesi imkânsız ÅŸekilde mahkûm edilmesine yeter. Dolayısıyla ister erkek ister kadın ya da çocuk olsun, kimse umuma açık alanda dinin esasını oluÅŸturan bu kaideyi çiÄŸnemez.
​
19. yüzyılın ilk yarısında durum deÄŸiÅŸmeye baÅŸlar. Kısıtlı olmakla birlikte, Ramazan boyunca umuma açık yerlerde oruç yemek, muhtemelen dini otoriteyi zayıflatan reformlardan ötürü, görülmeye baÅŸlanır. Bunun baÅŸka bir nedeni de İstanbul’da konaklayan Fransız ve İngiliz kıtaların kendileriyle birlikte kente yeni davranışlar da getirmesine yol açan Kırım Savaşı’dır (1853-1856); bu davranışlar muhafazakâr ve dini çevreler tarafından kınansa da, İstanbul sakinlerinin baÅŸka kesimlerinde hayranlık uyandırır. Bu BatılılaÅŸma henüz kısıtlı da olsa, baÅŸta oruç tutma vazifesi olmak üzere dini kaidelere hürmet edilmesini de etkilemiÅŸ olmalıdır.
