top of page
Ducane.png

Kur'an'ın TürkçeleÅŸtirilmesinin 

Tarihi Arkaplanı

Dücane CündioÄŸlu'nun Anlam'ın Tarihi (Kapı: 2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

​

ModernleÅŸme ve Osmanlı Döneminde Dini Anlama Yöntemlerinde DeÄŸiÅŸim

XX. yüzyılda ümmetin karşı karşıya kaldığı sorunlar, önceki nesillerin karşılaÅŸtıkları sorunlardan salt keyfiyet itibariyle deÄŸil, mahiyet itibariyle de farklılık arz etmektedir. Çünkü doÄŸrudan Kur’an’a deÄŸil, Kur’an tefsirlerine muhatap oluyorlar ve Kur’an’ı, tefsir kitaplarından hareketle anlamaya çalışıyorlardı. Tefsir kitaplarının kahir ekseriyetinin Arapça olarak kaleme alınması, bu kitapların üslup ve muhtevasının ise, ancak belli bir eÄŸitim düzeyindeki kimselere hitap etmesi, ister istemez Arapça bilmeyen ya da Arapça bilse bile üst-dile aÅŸina olmayan halkın bu kitaplardan istifade etmesini engelliyor, bu kitaplar sadece ilim ehli arasında dolaşıyordu.

​

Abduh’tan [öl. 1905] önce, Kur’an’ın yorumlanması esaslı olarak akademik bir çabaydı. Tefsirler, alimler tarafından diÄŸer alimler için kaleme alınırdı. Bir tefsiri anlama; Peygamber’in yaÅŸam öyküsüne, hadislerine, arkadaÅŸlarının sözlerine, Akaid ve Ä°slam hukukuna, Arapça gramer terimlerine ve ilmi ıstılahların detaylı bilgisine ihtiyaç hissettirirdi.

​

Halkın Kur’an’la münasebeti sözlü kültürün normları çerçevesindeydi; yani hutbe ve vaazlar yoluyla halk irÅŸad ediliyor, ulemanın toplum hayatındaki aktif konumu, halkın, kendisine ihtiyaç duyduÄŸu bilgilere kitaplar vasıtasıyla deÄŸil, alimler vasıtasıyla ulaÅŸmasını saÄŸlıyordu. Kur’an’la birinci dereceden meÅŸgul olacak kimseler, çok küçük yaÅŸlardan itibaren medreselerde eÄŸitiliyor, yetenekleri ölçüsünde ‘ulema sınıfı’ içerisindeki yerlerini alıyorlardı. Hukuki sorunlar zaten fukahaya (kadılara) sorulmak suretiyle çözümleniyor, adap ve ahlakla ilgili genel bilgiler ise, tekkelerde, cami ve mescitlerde ÅŸeyhler, hocalar ve vaizler tarafından sözlü olarak veriliyordu. 

​

Bu durumda halkın Kur’an’la münasebeti, tabiatıyla Kur’an’ı yüzünden okumaktan öteye geçmiyor, zaten onların da bundan fazlasına ihtiyacı olmuyordu. Ancak resmi eÄŸitim, 1846 yılında Maarif Nezareti’nin kurulmasıyla, tartışma götürmez biçimde yeni ve ladini bir çerçeve içine yerleÅŸtirildi. 1847 yılında devlet, hayırseverlerin yaptıkları bağışlar ve özel destekle faaliyetlerini sürdüren mahalle mekteplerinin yerine devlet tarafından finanse edilen ilkokulları geçirerek, ilk öÄŸretimi kendi üzerine aldı. Ä°lkokulların müfredatı da deÄŸiÅŸtirildi. Tanzimat’tan önce ilköÄŸretim, okuma-yazma ve temel aritmetik iÅŸlemlerle birlikte, ezbere dayalı Kur’an eÄŸitiminden ibaretti. 

​

BatılılaÅŸma/ModernleÅŸme çabalarının Ä°slam dünyasını sarması, bilginin matbaa ve bilhassa gazeteler yoluyla tedavüle girmesi ve modern okullarda verilen eÄŸitimle yeni bir sınıfın oluÅŸturulmuÅŸ olması, farklı bir döneme girildiÄŸinin ilk iÅŸaretleriydi. 1839’da Tanzimat’ın ilanıyla birlikte, sadrazamların ve dolayısıyla bürokrasi (kalemiyle) mensuplarının devlet üzerindeki nüfuzları artarken, ulema sınıfının nüfuzu azalmaya baÅŸlamıştı.

​

Tanzimat’tan sonra medrese mensupları içinde Fransızca bilenlerin sayısının arttığı, bu sürecin bilhassa 1909’da Dar’ul-Hilafet’il Aliyye Medresesi’nin müfredatı içerisine yabancı dil derslerinin yerleÅŸtirilmesiyle sonuçlandığı göz önüne alınacak olursa, ulemanın kendi konumunu muhafaza etmek amacıyla daha neler öÄŸrenmek zorunda kaldığını tahmin etmek zor olmayacaktır sanırız.

1860’lara gelindiÄŸinde, ulema gerçek anlamıyla kültür savaşı patlak vermek üzere olduÄŸunu ve bu savaÅŸta kaybeden tarafın kendileri olabileceÄŸini kavramaya baÅŸladılar. Böylece bir uygarlık olarak Ä°slamiyet'in kültürel içeriÄŸi ön-plana çıkarıldı ve bu uygarlığın Batı uygarlığı karşısındaki üstünlüÄŸü özellikle vurgulandı. Bu doÄŸrultudaki giriÅŸimlerin daha entelektüel içerik taşıyanları, Ä°slami kültürel temelleri canlandırmaya çalışan ve temelde laik konumdaki entelijansiya —en açık örneÄŸi Yeni Osmanlılar— tarafından gerçekleÅŸtirildi. (...) Buna karşılık ulema, gelenekselci kitlelere laik entelijansiyanın mesajlarından çok daha kolay ulaÅŸabilen Ä°slam popülizmini geliÅŸtirmiÅŸ görünüyordu. 

​

ÇeÅŸitli siyasi ve sosyal reformların yanı sıra matbaanın kurulması, Avrupa’ya öÄŸrenciler gönderilmesi, modern mekteplerin açılıp dışarıdan hocalar getirilmesi ve en önemlisi gazete ve dergilerin yaygın iletiÅŸim araçları olarak arz-ı endam etmesi, toplum içerisinde yeni, yeni olduÄŸu kadar da farklı bir insan tipini ortaya çıkarmıştı. Bu, Fransızca okuyan, yerli-yabancı gazete ve dergileri takip edebilen, dışarıda öÄŸrendiklerini hemen kendi toplumuna aktarmak isteyen, yeni fikirlere açık, hayatın her alanında reformlara gidilmesini isteyen, tevarüs ettikleri bilgi ve alışkanlıklarla, öÄŸrenmeye baÅŸladığı yeni bilgi ve alışkanlıklar arasında sıkışıp kalan, kısaca kimlik krizi içine giren farklı bir insan tipiydi.

​

Bundan böyle dinin, bu yeni neslin talepleri ve ihtiyaçları doÄŸrultusunda halka sunulması gerekecek ve büyük ölçüde otoritesini yitiren ulemanın, bilgiyi artık eskisi gibi geleneksel yollarla aktarması pek mümkün olmayacak, olamayacaktı. Çünkü gazete artık efkar-ı umumiyyeyi etkileme araçlarının en önemlilerinden biri halini almıştı. 

​

Halk ve bilhassa ‘yeni münevver tipi’, artık zihinlerine yerleÅŸmeye baÅŸlamış olan bu yeni kavramlarla düÅŸünüyor, sadece istikbalini deÄŸil, mazisini de yine bu kavramların ışığında yorumluyordu. Sözgelimi Hüseyin Cahit Yalçın Edebi Hatıralarında babasının çok sevdiÄŸi Füsus’ul-Hikem’ı kaç kez okumaya çalıştığını anlatır. Fakat nafile! Ä°bn’ul-Arabi’nin bu eseri ona hiçbir ÅŸey söylemiyordu.

Hiçbirimiz artık öÄŸrendiÄŸimiz Arapçayı ve Farsçayı ilerletmeye çalışmıyorduk. Bu dillerde yazılmış hiçbir Kitabı okumak istemiyorduk... (Berkes)

​

Bu durumda insanların dini tasavvurlarının deÄŸiÅŸmesinden, Ä°slam’a ve Kur’an’a bu bilinç düzeyinde yaklaÅŸmasından daha tabii ne olabilirdi? Nitekim toplum, tevarüs ettiÄŸi din anlayışını, yeni edindiÄŸi kavramlar dolayımında sorgulamaya, yargılamaya ve eski kanaatlerinden birer birer sıyrılmaya baÅŸlamıştı. Artık birçok kimse dinin, dini inanç ve amellerin sadeliÄŸinden, basitliÄŸinden, herkesin ulaÅŸabileceÄŸi ve anlayabileceÄŸi kadar kolay olduÄŸundan söz ediyor, dinle kendi arasına ‘aracılar’ girmesinden hoÅŸlanmıyordu; din açıktı, anlaşılırdı, kolaydı, herkes onu anlayabilir, doÄŸrudan ona muhatap olabilirdi. Ne var ki ulema dini zorlaÅŸtırmış, anlaşılmaz hale getirmiÅŸti; bu küçük zümre (!) dini tekeline almış, kimseyi ona yanaÅŸtırmıyordu, vs. ...

​

Ä°mparatorluktan ulus devlete geçiÅŸ sürecinin en önemli merhalesinde vuku bulan sosyal ve siyasi geliÅŸmelerden, dini tefekkürün etkilenmemesi mümkün deÄŸildi. Osmanlı’nın BatılılaÅŸma ve ModernleÅŸme çabalarıyla birlikte UluslaÅŸma sürecine girmesi, dönemin münevverlerinin Kur’an’a bakış tarzını etkilemiÅŸ ve Kur’an-ı Kerim’i halka “halkın anlayabileceÄŸi bir lisanla ve hurafattan ari bir surette” arz etmek, bu dönemde eli kalem tutan zevat için adeta vazgeçilmez bir vazife olarak addedilmiÅŸti. Halk, dini, kaynağından ve kendi diliyle (Türkçeyle) öÄŸrenecekti ki aslında böylelikle aracıların (ulemanın) tasfiyesi mümkün hale geliyor, ruhbanlık aleyhinde geliÅŸtirilen tezlerle, bir biçimde ulemanın gücü zayıflatılmış oluyordu. Ä°kincisi, din hurafelerden arındırılacaktı ki bu söylemin de esas amacı, dinin, BatılılaÅŸma/ModernleÅŸme politikalarına uygun hale getirilmesiydi. Ä°ÅŸte Kuran çevirilerinin önem kazanmasını saÄŸlayan ve hatta Cumhuriyet rejimiyle birlikte bu iÅŸi devlet politikası haline getiren süreç, böylelikle istikametini tayin etmiÅŸ oluyordu.

​

Cumhuriyet Dönemi ve Türkçe Kur’an

Cumhuriyet’in ilanından sonra medreseler kapatılmış, büyük ölçüde ‘ulema sınıfı’ tasfiye edilmiÅŸti. Medreseler bir daha açılmadı ve zaten bir süre sonra da açılmasını isteyen pek kimse kalmadı; zira Türkçe çeviriler, dini tefekkürün en önemli besin kaynakları haline gelmiÅŸ, “din ile halk arasındaki aracılar” büyük ölçüde tasfiye edilmiÅŸti. Bundan böyle halk, dini, kitaplardan ve çevirilerden öÄŸrenecek, din, halkın anlayabileceÄŸi lisanla kaleme alınarak ulemanın varlığına duyulan ihtiyaç, çeviriler vasıtasıyla giderilmeye çalışılacaktı.

​

Adım adım baÅŸarıya ulaÅŸan bu siyasi projenin, dini, fikri ve kültürel sahayı inhisarı altına almasından daha tabii bir ÅŸey olamazdı.

​

KiÅŸisel teÅŸebbüslerin yanı sıra, Kur’an’ın halkın anlayabileceÄŸi bir lisanla ifade edilmesi iÅŸine Devlet el atmış, 1926’nın sonlarında, ilk Diyanet Ä°ÅŸleri Reisi olan Rıfat Börekçi, Kur’an’ın “halkın anlayabileceÄŸi bir Türkçe” ile yapılmış bir tercümesinin yayımlanacağını ilan etmiÅŸti. Ne var ki bu yakınmalar hiç bitmeyecek XX. yüzyıl boyunca, Kur’an’ı Türkçeye çevirenlerin hemen hemen tamamı, her defasında önceki çevirilerin dilinden ÅŸikâyet edip kendi çevirilerinin “halkın anlayabileceÄŸi bir lisanla” yapıldığını gururla ifade edecekti.

​

Kur’an’ın halkın anlayabileceÄŸi bir lisanla ifade edilmesi üzerine inÅŸa edilen söylemin, Kur’an’ı anlama, yorumlama çabalarının mahiyetini etkilememesi mümkün deÄŸildi. Bu yüzden çevirilerin ortaya çıkışı, yeni bir muhatap kitlesinin de ortaya çıkması demekti. Anlamın Tarihi, yeni bir döneme, Kur’an’ın çeviriler yoluyla anlaşıldığı bir döneme girmiÅŸ, böylelikle münevverlerin zihnindeki Kur’an tasavvuru da büyük ölçüde deÄŸiÅŸmiÅŸti. Bu durumda, Kur’an’ın mezarlıklarda okunmak veya fal bakmak için indirilmediÄŸini ya da Kur’an’dan ilham alıp onu asrın idrakine sunmanın lazım geldiÄŸini söylemek en etkileyici sloganlar olacak, ‘Kur’an’ın anlaşılması’ meselesi ne zaman gündeme gelse, hemen Mehmed Akif’in bu mısraları ilgili zevat tarafından terennüm edilecekti. 

​

Ä°slam’ın Luther’ini Beklerken

Osman Nuri Ergin, “Kur’an Türkçe oldu” ifadesinin hakikati yansıtmadığını; zira Kur’an’ın daha önceleri Türkçeye çevrildiÄŸini, kendisine ‘yeni’ denebilecek bir ÅŸeyin vuku bulmadığını söyledikten sonra ÅŸu deÄŸerlendirmeyi yapar:

Ä°nkılap dersleri profesörü Mahmut Esat Bozkurt’un yazısından da anlaşılıyor ki Din Ä°nkılabına da garplıları taklit ile baÅŸlanmıştır. Garpte Ä°ncil milli dillere tercüme edildiÄŸi ve ibadetler milli dillerle yapıldığı için bizde de o yoldan gidilmek istenmiÅŸtir. Fakat bunda ne dereceye kadar muvaffak olunmuÅŸtur? 

​

Kur’an’ın daha önceleri Türkçeye çevrilmesi önemli deÄŸildi; önemli olan, böyle bir çevirinin “siyasi bir projeye hizmet edebilecek bir nitelik” taşımasıydı. Ne var ki aradan geçen bunca yıl içerisinde umum halkın kabulüne mazhar olabilecek derecede bir çeviri ortaya çıkmadı, daha sonra da idarecilerin böyle bir çeviriye pek ihtiyaçtan kalmadı. Oysa bu iÅŸin mimarları, o zamanlar ne yaptıklarının pekalâ bilincindeydiler.

​

Nitekim sonraları kendisi de Türk Luther’i veya Luther-i Sani olmakla nitelenecek olan Ä°smayıl Hakkı BaltacıoÄŸlu’nun daha 1952’lerde sarf ettiÄŸi ÅŸu sözler, Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi projesini tatbike koyanların ne yaptıklarının farkında olduklarını, çeviri hareketinin siyasi ve kültürel sonuçlarını ise önceden hesapladıklarını gayet açık bir surette gözler önüne sermektedir:

Kur’an’ı Türkçeye çevirmeÄŸe bizi zorlayan sebep din Kitabımızı anlama hakkından ibaret deÄŸildir. Bu iÅŸi zorlayan sebeplerden biri de uluslaÅŸmadır. Tarihin gösterdiÄŸi gerçek ÅŸudur: her yerde ‘uluslaÅŸma’ dediÄŸimiz olay din Kitabının ana dile çevrilmesiyle baÅŸlıyor; ‘ulusallık olayı’ ulusun din Kitabını kendi diliyle düÅŸünmesinden ayrılamıyor. Nitekim Rönesans devrimi uluslararası bir dinin ana dillere çevrilmesiyle karakterlenmektedir. Ä°ÅŸte Avrupa uluslarının Rönesansında görüldüÄŸü gibi eÄŸer din Kitabımız olan Kur’an’ı anadilimize çevirecek olursak ÅŸu sonuçlar meydana gelecektir: 1. Anadilimiz Arapçanın geleneklerine aşılanıp yozlaÅŸmaktan kurtulacaktır. 2. Türkler kendi dillerini Arapçadan aÅŸağı görmekten kurtulacaklardır.

​

BaltacıoÄŸlu’nun, Türkçe bir çeviriden beklenen faydalan sıralarken dini denebilecek herhangi bir neticenin istihsaline iÅŸaret etmeksizin, doÄŸrudan ‘uluslaÅŸma’ olgusuna atıfta bulunması boÅŸuna deÄŸildir. Çünkü kendisi Kutsal Kitap çevirilerinin ‘siyasi’ karakterini gayet müdrik olarak konuÅŸmaktadır.

​

Bu açıklamalardan sonra, Protestanlığın Avrupa tarihinde olduÄŸu kadar Ä°slam dünyasında büyük bir rol oynadığı söylenecek olursa, sanırız mübalaÄŸa edilmiÅŸ olmaz. 

​

Elmalılı merhumun aÅŸağıda nakledeceÄŸimiz sözleri, bir asırdır yaÅŸadığımız bu trajediyi çok açık bir biçimde ortaya koyuyor deÄŸil midir?

Öylelerini görüyoruz ki Kur’an’ı anlamıyor ve “tefsirlere müfessirlerin tevilleri karışmıştır” diye onları da kale almak istemiyor da eline geçirdiÄŸi tercümeleri okumakla Kur’an’ı tetkik etmiÅŸ olacağını iddia ediyor; düÅŸünmüyor ki okuduÄŸu tercümeye alim müfessirlerin tevili deÄŸilse, cahil mütercimlerin reyi ve tevili, hatası, noksanı karışmıştır. Bazılarını da duyuyoruz ki “Kur’an Tercümesi” demekle iktifa etmiyor da “Türkçe Kur’an” demeye kadar gidiyor. TÜRKÇE KUR’AN MI VAR BEHEY ÅžAÅžKIN? (Elmalılı, 1971)

​

Nitekim merhum Elmalılı’nın yeÄŸeni Fatma Paksüt de yazdığı bir yazıda bu duruma ÅŸöyle iÅŸaret eder:

Tefsirin önsözünde çeviri konusunda uzun uzun konuÅŸması, tam bir çevirinin imkansızlığı üzerinde durması, Türkçe mealin Kur’an’ın yerine geçemeyeceÄŸini, onunla namaz kılınamayacağını özellikle belirtmesi, dayımın da böyle bir endiÅŸeye düÅŸtüÄŸü izlenimini vermekte, ama o, meal ile namaz kılınamayacağını belirten cümlenin önsözünden çıkarılmak istenmesine direnmekle, aksi halde Tefsirinin yayınlanamayacağını söylemekle yetindi; aldığı görevi bırakmayı düÅŸünmedi. 

​

Elmalık H. Yazır, bu hassasiyetini Tefsirin yazımı boyunca tebarüz ettirmekten kaçınmamış ve yeri geldiÄŸinde ciddi ihtarlarda bulunmayı bir vazife bilmiÅŸtir:

Kur’an tercümelerinin Kur’an olmasına imkân ve ihtimal yoktur. Çünkü Kur’an Arabidir. Ancak Arabi ile olarak inzal buyurulmuÅŸtur. Bunun içindir ki Kur’an tercümelerine Kur’an tesmiye edilmesi, mesela Farisi Kur’an, Türkçe Kur’an denilmesi, “Biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik” nassına küfr olacağını ulema ihtar eder. (Elmalılı)

​

TÜRKÇE KUR’AN veya TÜRK KUR’ANI! Elmalık Hamdi Yazır’ın bu sözlerinin ne anlama geldiÄŸini doÄŸru olarak anlayabilmek ve bu alimin kim(ler) için ‘haÅŸa’ veya ‘ÅŸaÅŸkın’ sözlerini kullandığını öÄŸrenebilmek için, matbu Türkçe Kur’an çevirileri tarihinin sayfalarını karıştırmak ve yaÅŸanılan trajediyi, hiç deÄŸilse genel hatlarıyla izlemek gerekir.

​

Türk Kur’an’ı veya Türkçe Kur’an

Tanzimat’tan itibaren Kur’an’ı Türkçeye çevirme çabalan, halkın anlayabileceÄŸi bir lisanı ve hurafattan ari olmayı kendisine ÅŸiar edinerek yoluna devam etti ve bu süreç günümüze kadar geldi. Bu uzun yolun, hikayesi de uzundur.

​

Bu süreç içerisinde ortaya çıkan yüzü aÅŸkın Kur’an çevirisi, bilhassa XX. yüzyıl boyunca, Müslüman halkın, Kur’an’la temasını saÄŸlayabildiÄŸi, Kur’an’ı kendisinden hareketle anlamaya çalıştığı en belirleyici zemin olmuÅŸ ve böylelikle anlamın tarihinde “Kur’an’ın modern muhatapları” zuhur edivermiÅŸti. Binaenaleyh Kur’an’ı çeviri düzeyinde anlamaya çalışan bu muhatap kitlesinin kendisine mahsus özellikleri dikkate alınmadan ve bu muhatap kitlesinin Kur’an’ı anlamak için yöneldikleri Kur’an çevirilerinin zaafları açıklığa kavuÅŸturulmadan, mücerred bir biçimde Kur’an’ı anlamaktan söz etmenin ve/veya Kur’an’ın herkes tarafından ve her zaman anlaşılabileceÄŸi iddialarını gereksiz yere tekrarlamanın bir kıymeti olmayacaktır.

​

Tefsir İlminde Yeni Bir Fasıl

“Herkes Kur’an’ı okumalı, herkes Kur’an’ı anlamalı ve Kur’an’ı anlama/yorumlama faaliyeti asla bir kısım uzmanın inhisarına terkedilmemelidir.”

​

Hiç kuÅŸkusuz bu masum temenniler ilk bakışta insanı heyecanlandırmakta, bu söylemin hilafına olan bir görüÅŸü seslendirmek ise, savunması güç olan bir mevziide konumlanmayı gerektirmektedir. Ä°ncil’in ulus dillere çevrilmesi ve ruhbanlığın tasfiyesi, Protestanlığın yaygın olduÄŸu ülkelerde yaÅŸayan insanları daha iyi Hristiyan yapmadı, böylelikle Ä°ncil’in mesajı daha çok insanı etkilemiÅŸ olmadı; tıpkı ulemayı tasfiye edip medrese eÄŸitimine son vermenin ve bu yüzden de piyasayı yüzlerce Kur’an çevirisiyle doldurmanın bizleri daha iyi Müslümanlar haline getirmediÄŸi, Kur’an’ı daha iyi anlar bir duruma yükseltmediÄŸi gibi.

​

Peki o halde Kur’an’ı kendi ana dilimize çevirmekten vaz mı geçelim veya insanları Kur’an çevirilerini okumaktan men mi edelim ya da herkesin Arapça öÄŸrenmesini, yüzlerce tefsirin içine gömülmesini mi ÅŸart koÅŸalım? Elbette hayır! Bu yaklaşım, en az diÄŸeri kadar fasid, fasid olduÄŸu kadar da vakıaya muhaliftir. Bizim, üzerine dikkatleri çekmeye çalıştığımız zaaf, günümüz Müslümanının, Kur’an’ı çeviri düzeyinde anlama çabalarını mutlaklaÅŸtırması, olanı ‘olması gereken’ halinde algılamak hatasına düÅŸmesi, metinle kendi arasındaki mesafeyi görmezlikten gelmesi ve en önemlisi bu mesafeyi Kur’an’a çeviri düzeyinde yaklaÅŸmakla aÅŸabileceÄŸini zannetmesidir. Bu iyi niyetli teÅŸebbüsler yıllarca denendi ve fakat anlama/yorumlama sorunları azalacağına daha da arttı. Kur’an’ın modern muhatapları, tefsirlerden, Ä°srailiyattan, hurafelerden, sakim, zayıf, uydurma rivayetlerden, müfessirlerin indi görüÅŸlerinden kurtulup, Kur’an’ın mesajını tüm saflığıyla anlayalım diye yola çıktığı halde, yaklaşık bir asırdır, beceriksizce yapılmış çevirilerin yol açtığı sorunlarla uÄŸraÅŸmakta, kimi ticari, kimi siyasi maksatlarla piyasaya sürülmüÅŸ üçüncü sınıf meallerin içinden kendisine kurtuluÅŸ reçeteleri üretmeye çalışmaktadır. Maalesef halkın ve Müslüman aydınların büyük bir çoÄŸunluÄŸu, çevirilerin siyasi kıymetini takdir etmekte acz içerisindedirler.

​

Müslüman gençlere gelince, onlar ellerine kalemi alır almaz, bu iÅŸi ticari çıkar gayesiyle yapan bazı kimselerin hazırladıkları çevirilerden topladıkları beÅŸ-on ayetle asırların sorunlarını çözeceklerini, Kur’an’ı tüm saflığıyla insanlara sunmak suretiyle aydınlık bir geleceÄŸe yürüyeceklerini düÅŸünmektedirler. Yıllardır Kur’an araÅŸtırmaları adıyla kitaplar yazılıyor, “Kur’an’a Göre...” veya “Kur’an’da...” baÅŸlıklı kitap ve risaleler kütüphanelerimizde yerlerini alıyorlar. Öyle ki herkes bu çalışmalar sonucunda bir Kur’an neslinin ortaya çıkacağından kuÅŸku bile duymuyor. Ancak hiç kimse, her nedense bu seviyede yapılmış çalışmalarla, deÄŸil aydınlık yarınlara yürümek, bir süre sonra mevcut durumun bile muhafaza edilemeyeceÄŸini anlamıyor, anlamak istemiyor.

​

Anlamın tarihi, Kur’an’ı anlamaya çalışanların tarihidir; metinle muhatap arasına giren tarih perdesini kaldırmaya, dil ve baÄŸlam sorunlarını aÅŸmaya çalışanların tarihidir. Nitekim tefsir kitapları, bu yoldaki çabaların en önemli misalleri olarak önümüzde duruyor. Fakat bilhassa içinde bulunduÄŸumuz bu son asırda, Kur’an’ı anlama çabalarının mahiyeti deÄŸiÅŸmiÅŸ, tefsir tarihinde ‘yeni bir fasıl’ açılmış ve yeni bir muhatap kitlesi, Kur’an’a farklı bir zeminde yaklaÅŸmaya baÅŸlamıştır. Bu halkalar, birbiri ardına eklenebilecek bir mahiyet taşımakta mıdır? Hayır! Çünkü anlamın tarihine eklenen bu son safha, kronolojik bakımdan olsa bile, mahiyet itibariyle kendisinden önceki safhanın basit bir devamı deÄŸildir; bilakis köklü bir kopuÅŸtur, yeni bir baÅŸlangıçtır ve bizce, baÅŸarısız olmasının en önemli nedeni de budur. Halka gitmeyi veya anlama çabalarının içerisine halkı dahil etmeyi amaç edinmiÅŸ olsa da bu hareket tam manasıyla halka mal olmamış, bunun yerine modern eÄŸitim almış, modernleÅŸmiÅŸ küçük bir kesimi etkilemekle sınırlı kalmıştır. Bu netice kaçınılmazdı; zira eline geliÅŸigüzel yapılmış çeviriler sıkıştırılmak suretiyle halkın bilgilendirilmesi sonuç alıcı bir yol deÄŸildi. Ellerine tutuÅŸturulmuÅŸ bu kitapları okuyan insanlar, bazı sorunlarla karşılaÅŸtıklarında, bu sorunları nasıl çözeceklerdi? Pek tabii ki bu sorunları çözebilecek baÅŸka metinlere baÅŸvurmak; yani Kitap’ı anlamak için baÅŸka kitapları (msl. tefsirleri) okumak suretiyle. Bu durumda, fasit bir dairenin içine düÅŸülmüÅŸ, kendilerine Kitap’ı kolayca anlayabilecekleri söylenen ve metinle kendi aralarından insanları (ulemayı) çıkarması telkin edilen halk, yine baÅŸkalarına muhtaç hale gelmiÅŸ, bırakın yabancı bir dili, kendi anadilini bile yeterince öÄŸrenememiÅŸ kimselerin insafına kalmış olmuyor muydu?

​

Hasılı, tarih perdesinin yol açtığı sorunları göz ardı etmekle, sorunların kendisi ortadan kalkmadı; bilakis kırık-dökük çevirilerin ortalığa yayılmasıyla birlikte dili ve baÄŸlamı öÄŸrenmenin lüzumundan söz edilmez oldu. Arapça indirilmiÅŸ bir metni anlamak için Arapçayı iyi bilmenin veya bu dilin inceliklerine vakıf olmanın gereksizliÄŸinden dem vurmak prim yaparken, alelacele piyasaya sürülmüÅŸ birtakım çevirilerle Kuranı hakikatlere ulaşılabileceÄŸini söylemek bir marifet addedildi. Halkı deÄŸil, bu iÅŸlerle meÅŸgul olanları bile biraz olsun ciddiyete davet edenler, hiç deÄŸilse bu kimselere biraz emek harcamaları tavsiyesinde bulunanlar, hemen Arapçayı kutsallaÅŸtırmakla, Kur’an’ı tekellerine almakla suçlandılar. Kur’an açıktı, anlaşılırdı, Kur’an’ı anlamak için ÅŸart koÅŸulamaz, engeller çıkarılamazdı, vs. ...

​

Böyle dendi de ne oldu? Kur’an çalışmalarının seviyesi mi yükseldi? Halk Kur’an’ı daha iyi anlar, daha iyi yaÅŸar hale mi geldi? Hayır! Ne yazık ki böyle olmadı. Beydaba masallarını bile anlayıp yorumlamaktan aciz kimseler, Allah’ın Kitabı hakkında geliÅŸigüzel bir ÅŸekilde konuÅŸmaya, modern hayata intibak etmeyi kolaylaÅŸtırıcı birtakım fikirleri ucuz yöntemlerle Kur’an’dan çıkarmaya baÅŸladılar. En nihayet aydınların (!) muhayyilesine bir sınır getirilemeyeceÄŸi anlaşılınca, mecburen “Kur’an bilim Kitabı deÄŸildir” sözü yarım ağızla dillendirilmeye baÅŸlamış oldu.

​

Bütün maziyi ihmal etmek suretiyle aydınlık bir geleceÄŸe yürümeyi istihdaf edenler, eldeki Türkçe çevirilere bakıp bu çevirilerde yığınla hata görünce, hangi çeviriyi tercih edeceklerini bilemez hale gelmiÅŸler, bir ayetin çevirisi, diÄŸerinde tam aksiyle yer almış, mesela bir çeviride Babil’deki Harut ve Marut adlı meleklere ‘sihir indirildiÄŸini’ okuyanlar, bir baÅŸka çeviride, bu meleklere ‘sihir indirilmediÄŸi’ ÅŸeklindeki bir cümleyle karşılaÅŸmışlar, bir çeviride “elbiseni yıka” ÅŸeklindeki bir emrin, baÅŸka bir çeviride nasıl olup da “nefsini arındır” manasına dönüÅŸtüÄŸünü anlayamamışlar, bir çeviride “ilimde rasih olanların müteÅŸabihatı bilemeyecekleri” söylenirken, baÅŸka bir çeviride “bileceklerinden” söz edilmesine bir mana verememiÅŸler, kısaca bu ve benzeri misaller çoÄŸaldıkça insanlar ne yapacaklarını bilemez hale gelmiÅŸlerdir.

​

Bu noktada bazı kimseler, farklı yaklaşımların, karşıt yorumların daha önceki tefsirlerde de yer aldığını, dolayısıyla bunların sadece çevirilerin kabahatiymiÅŸçesine tenkid konusu yapılmasının bir haksızlık olacağını düÅŸünebilirler. Ancak unutulmamalıdır ki bu karşıtlıklar, bu farklı anlam ve yorumlar, daha önceleri Kur’an çevirilerinde, Kur’an ayeti diye okunan metinlerde deÄŸil, Kur’an’ın tefsirlerinde yer alıyor, bu yorumlar, o yorumlan yapan kimselere atfen ve daha da önemlisi karşıtlarıyla birlikte zikrediliyordu. Fakat mevcut çevirilerde (meallerde) ‘anlam’, çevirmenler tarafından “bir tek anlam” olarak standardize edilmekte, çevirmenin tercihi olduÄŸuna iÅŸaret edilmeksizin, daha da önemlisi o ayetin farklı (alternatif) anlamları olduÄŸu/olabileceÄŸi konusunda okura hiçbir bilgi verilmeksizin, bu “bir tek anlam”ın Kur’an’ı temsil etmesinden çekinilmemektedir. Okur, ancak baÅŸka bir çeviriyi almayı akıl eder ve elindeki çevirileri mukayese edecek kadar bu iÅŸe vakit ayırırsa, evet ancak o zaman, okuduÄŸu anlamın, “yegâne anlam” olmadığının, ayete pekalâ farklı manaların da verilebileceÄŸinin ayırdına varabilmektedir.

​

Takdir edileceÄŸi üzere halkın büyük bir çoÄŸunluÄŸu, bu farklılıkları teÅŸhis, ya da içlerinden birini tercih edebilecek durumda deÄŸildir. Binaenaleyh, halk ya okuduÄŸu çevirinin etkisinde öÄŸrendiÄŸi anlamı “doÄŸru anlam” sanmakta, ya da —ÅŸayet ayetin daha farklı anlamları olduÄŸunu öÄŸrenirse—, bu sefer bu anlamlar arasında sıkışıp kalmaktadır. Kur’an’ın modern muhataplarının “mukayeseli meal okuma” yöntemini icad etmelerinin biricik nedeni iÅŸte budur. Oysa daha önceleri, Kur’an’ın dolaylı muhatapları tefsirlere müracaat ediyor, ayetlerin farklı anlam ve yorumlarını bir arada bulabiliyor, daha önemlisi o anlam ve yorumlan, Allah’ın Kelamı olarak deÄŸil, müfessirlerin birer yorumu, açıklaması ÅŸeklinde okuyor; uygun bulmadığı, katılmadığı, reddettiÄŸi anlamın, en nihayet herhangi bir müfessir tarafından verilmiÅŸ bir anlam olduÄŸunu biliyordu.

​

Åžimdi, etrafındaki yorum halelerinden sıyrılmış (!), hurafattan ari kılınmış (!) ve daha da önemlisi, artık halkın anlayabileceÄŸi bir dille yazılmış (!) Kur’an çevirileri piyasayı doldurmuÅŸ durumda. Ne var ki Kur’an’ı anlamaya çalışanların iÅŸi, eskisi kadar kolay deÄŸil. Tefsirleri rafa kaldırmak, ulemayı tasfiye etmek, Arapçanın ve söz sanatlarının önemsizliÄŸinden dem vurmak, sorunları yok etmek bir yana, azaltmadı bile. 

​

Kur’an’la sadece çeviriler vasıtasıyla tanışmanın ve Kur’an’ı sadece bu düzeyde anlamaya çalışmanın meydana getirdiÄŸi etkiler, zannedilenin ötesinde büyük sorunlar ortaya çıkarmış, yeni ve modem bir anlama tarzı zuhur edivermiÅŸtir.

mozturk.png

Türkçe Meal Arayışı Masum mu?

Prof.Dr. Mustafa Öztürk'ün  SöyleÅŸiler, Polemikler (Ankara Okulu: 2014) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

​

Kur'an'ı Meal Üzerinden Anlama Çabası

Kur’an’ın salt meal üzerinden anlaşılabileceÄŸi fikrinin günümüzde çok raÄŸbet gördüÄŸü hepimizin malumudur. Kur’ancılık diye nitelendirdiÄŸim bu fikir maalesef çok sorunlu ve sıkıntılı bir eÄŸilimin neÅŸvü nema bulmasına yol açmıştır. Bu modern eÄŸilim, “Kuran bir tek âlimlere gönderilmedi, her Müslümana gönderildi; biz de herkes kadar kendi kitabımızı anlama ve yorumlama hakkına sahibiz" gibi protestanvari iddialarla salt meal üzerinden ahkâm kesmek ÅŸeklinde karşımıza çıkmakta ve maalesef ne durdan ne vurdan anlamakta, sadece bildiÄŸini okumaktadır. Oysa Kur'an’dan bahsetmek isteyenler, merhum Elmalılı’nın ifadesiyle, “onu hiç deÄŸilse harekesiz olarak yüzünden okuyabilmelidir.”

​

“Hâlbuki bugün öyle kimseler görüyoruz ki Kur’an’ı harekesiz olarak ÅŸöyle dursun harekesiyle bile doÄŸru düzgün okuyamadığı halde onun ahkâm ve meanisinden içtihada kalkışıyor. Öylelerini görüyoruz ki Kur’an'ı anlamıyor ve tefsirlere müfessirlerin te'villeri karışmıştır diye onları da kale almak Ä°stemiyor da eline geçirdiÄŸi tercümeleri okumakla Kur’an’ı tetkik etmiÅŸ olacağını iddia ediyor. Ama düÅŸünemiyor ki tercümeye âlim müfessirlerin te’vili deÄŸilse cahil mütercimin reyi, tevili, hatası, noksanı karışmıştır.”

​

Meal Çalışmaları Hangi Niyetle BaÅŸladı

“Okuyucunun, siyasi amaçlı ve bilimsel tarzda yazılan mealler, klasik diye kabul edilen ilk dönem mealleri ve çaÄŸdaÅŸ mealler arasındaki tercihi konusunda tavsiyeleriniz nelerdir?" sorunuza gelince, bu konuda öncelikle meal kültür ve geleneÄŸimizin Kur’an’ı daha iyi anlamak gibi masum bir niyetle baÅŸlamadığı, aksine uluslaÅŸma ve ulus devlet olma yolunda hızla yol alan son dönem Osmanlı Türkiye’si ve bilhassa Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk milletini kendi dilinde Kur'an’la buluÅŸturma ve bir sonraki aÅŸamada da dinî millileÅŸtirme yönündeki radikal ve kök sökücü modernleÅŸme projesinin zemin teÅŸkil ettiÄŸi bir siyasal konjonktür içinde varlık kazandığını söylemeliyim. Nitekim Elmalılı’nın Hak Dini Kuran Dili tefsiri de bu siyasi konjonktür içinde ortaya çıkmış ve fakat müellif kendi eserine vücut veren siyasi konjonktüre karşı ödünsüz davranmıştır.

​

Ä°lk defa 1934'te yayımlanan ve ardından diÄŸer baskıları yapılan Ömer Rıza DoÄŸrul’un Tanrı BuyruÄŸu adlı eserinde sık sık Ahmedî-Kâdiyânî müellif Mevlana Muhammed Ali’nin Ä°ngilizce meal-tefsirinden alıntılar yer alması, bu arada misyonerlerin Türkiye'de bedava Ä°ncil dağıtması ve aynı zamanda 1950'li yılların baÅŸlarında Ismayıl Hakkı BaltacıoÄŸlu gibi isimlerin Kur’an’ı öz Türkçeye, geleneksel halk Türkçesine çevirmek gerektiÄŸinden söz etmesi ve böyle bir çevirinin dinin temel kaynağını anlama hakkından ziyade uluslaÅŸmanın gereÄŸi olarak deÄŸerlendirmesi gibi faktörler, meal kültüründe Sünnî muhafazakârlığı kışkırtmış ve nitekim HaÅŸan Basri Çantay’ın hâli hazırda bir meal klasiÄŸi kabul edilen Kur’an-ı Hakim ve Mecdi Kerîm adlı eseri iÅŸbu saiklerle ortaya çıkmıştır. Bu esere göz attığınızda, temel gayenin Sünnî kelâmi ideolojiyi Kur’an’la berkitmek olduÄŸu görülür. 

​

Öte yandan, Cumhuriyet’in başından beri süregelen resmi uluslaÅŸma projesinin izlediÄŸi din politikası, akademik Ä°lahiyatçılığın gelenek karşısındaki eleÅŸtirel tutumu ve 1960’lı yıllardan itibaren Arap dünyasının reformcu Ä°slamcı yazarlarından yapılan çeviriler, çağın ruhuna uygun olarak Türkiye Ä°slamcılığına Selefi karakterli ve öze dönüÅŸçü bir söylem kazandırdı. Bu yeni fikrî atmosfer, Türk dinî düÅŸüncesinde ‘öz’ü yani Kur'an'ı keÅŸfetme, hayatı ve eÅŸyayı Kur’an perspektifinden yeniden anlamlandırma ve Kur’an’ın kavram ve düÅŸünce dünyasını yeniden ele alma ihtiyacını körükledi.

​

Bu etkenlerin tamamı geleneÄŸin Müslümanlara ayak bağı olduÄŸu ve ilerlemenin Kur’an’a dönüÅŸle gerçekleÅŸeceÄŸi ÅŸeklinde bir modernist perspektifte birleÅŸiyordu. Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub, Mevdudî gibi isimlerden yapılan çevirilerin Kur'an algısı baÄŸlamında sebep olduÄŸu en kayda deÄŸer geliÅŸme, asırlardır Kur'an’ı anlamak üzere okuma konseptine yabancı bir milletin çaÄŸdaÅŸ çocuklarının bireysel düzeyde Kur’an’la tanışması ve onu anlamak amacıyla okuma alışkanlığı kazanması oldu. Ancak Kur’an okuma ve onu anlama alışkanlığı, zaman içerisinde Hüseyin Atay, Süleyman AteÅŸ gibi Ä°lahiyat hocalarının Kur’an’a vurguları, 1980’li yılların ortalarından itibaren kendinden çok söz ettiren Mealcilik akımı ve bilhassa modernist Ä°lahiyat birikimini popüler Kur'an a dönüÅŸ çaÄŸrısı ile Cumhuriyet ideolojisinin en önemli projelerinden olan ‘Türk ulusunun Kur’an’la kendi dilinde tanıştırılması” konsepti arasındaki paralellik zeminine hapseden YaÅŸar Nuri Öztürk'ün “Kemalist Kur’an fundemantalizmi" denebilecek vülger söyleminin televagelik vaizlik marifetiyle vitrine çıkarılması gibi çeÅŸitli saiklerin de etkisiyle Ä°slam’ın Kur’an'dan ibaret görülmesi, dini ahkâmın Kur’an’a indirgenmesi ve nihayet Kur’an’dan ibaret bir nass fundamentalizmi noktasına ulaÅŸtı.

​

Kanaatimce, hâli hazırın Türkiye’sindeki en popüler dinî söylemlerden biri ve belki de birincisi Kur’an merkezli nas fundamentalizmidir ve toplam sayısı 200’ü bulan meallerin hâlâ çok raÄŸbet görmesi de bu olguyla çok yakından ilgilidir. Farklı tonlarda Kur’an Ä°slam’ı söylemini dillendiren ve gelenek karşıtlığı noktasında yolları kesiÅŸen tüm çevrelerin ürettiÄŸi pozitivistik din dili, Ömer Özsoy hocanın da isabetli tespitiyle, bir yandan Ä°slam düÅŸüncesini ve Ä°slami pratikleri modernleÅŸtirici bir rol oynarken, bir yandan da muhafazakâr karşıt söylemi Kuranı sapkın yorumlardan koruma gayesiyle de olsa Kur’an’a yönelmeye kışkırttı. Nitekim 1990’lı yıllara gelindiÄŸinde, en radikal Ä°slamcı çevrelerden en muhafazakâr dindar kesimlere varıncaya kadar bütün dinî camia mealler ve tartışmalar üzerinden Kur’an’la tanışmış ve Kur'an merkezli olmasa da Kur’an'a da yer veren bir söyleme ulaÅŸmıştı.

bottom of page