top of page

Bu özlem hiç bitmeyecek

Tolga UslubaÅŸ'ın "Böyleydi Osmanlı'nın Ramazanı" (YaÄŸmur:2006) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

​

​

​

​

​

​

​

​

​

Ramazanın üçü, onu, on beÅŸi derken iÅŸte yarın bayram... Sevabıyla günahıyla bir koca ay daha bitti iÅŸte... O çok bilindik "Ah nerede o eski..." diye baÅŸlayan terennümler arasında bir ÅŸeylerin yok olup gittiÄŸini veya unutulduÄŸu gerçeÄŸini bu yıl da idrak ettik. Ne yazık... Her gelen asır bir öncekini aratır misali bu serzeniÅŸlerin pek de yeni olmadığım öÄŸrendik eskilerin yazılarından. Hani bizim hep o hayalini kurduÄŸumuz dönemlerin bile bu özlemle yanıp tutuÅŸtuÄŸunu gördük.

​

Ä°ÅŸte 1920 ramazanında Alemdar Gazetesi'nde yazan Cenap Åžehabettin, o yıllarda bile sosyal hayattaki deÄŸiÅŸimi ve eskiye olan özlemi vurguluyordu yazısında: "Mamafih görüyorum ki bu sene Rü'yet-i hilâlin muzaâf ve müstesna bir yer olacak. Zira gökteki o ince tırnaktan baÅŸka bayramı hatırlatacak bir ÅŸey yok. Ne çarşılarda faaliyet, ne ÅŸekercilerde hareket, ne terzi dükkânlarında cereyan, hiç, hiçbir tarafta bir hazırlık görmüyorum. Herkes kendisini düÅŸündüren sefalet içinde boynu bükük, ne giden ramazanın farkında, ne de gelen bayramın..." diyordu.

​

Her asır bayramların insanlar üzerinde bıraktığı tesir o denli yoÄŸundu ki dönemin ÅŸair ve edipleri kaleme aldıkları eserlerinin hemen her satırında bunu dile getirdi.

​

BayramlaÅŸma Adetleri

Ahmet Rasim, 1920'li yıllarda kaleme aldığı bayram yazısında,  uzun uzun bayram adetlerinden bahsettikten sonra ÅŸu satırlarla yazısını noktalıyordu: "Zamanımızda bayramlaÅŸma, ahbaptan ahbaba, akrabadan akrabaya kartpostalların üzerine tebrik!., diye tek kelimecik yazmak kaldığı gibi, hatırı sayılan kiÅŸilere dahi kapısını çalıp kart bırakmak, büyüklerin konaklarında adını, 'Özel Defter'ine kaydetmek yeter görünüyor. Eskiden böyle bir ÅŸey yapılsaydı insanın adeta terbiyesizliÄŸine verilirdi. Özellikle yazı ile olursa..."

​

Halid Fahri Ozansoy'un ise "Eski Ä°stanbul Ramazanları" isimli kitabında yine o yılların ramazanı anlatılıyordu. Kimi zaman bir çocuÄŸun aÄŸzından, kimi zaman geçmiÅŸ bayramları arayan bir yetiÅŸkin gibi her defasında farklı bir üslup kullanan Ozansoy, "Ramazanın Son Gecesi" baÅŸlıklı yazısında, gençlik yıllarında gördüÄŸü BeyoÄŸlu, BeÅŸiktaÅŸ, Üsküdar ve Kadıköy'de kurulan bayram yerlerini ve o dönemin bayram adetlerini uzun uzun anlattıktan sonra, o günlere olan özlemini ÅŸu satırlara gizliyordu; "Delikanlılık çağına erdikten sonra gördüÄŸüm bu manzaralar, bende daima hüzün uyandırmıştır. Hâlâ da öyleyimdir!"

​

El öpmeyi bilmeyen çocuklar

Ahmet Muhip Dıranas ise 1950 yılında kaleme aldığı bir bayram yazısında kaybolup giden adetlere deÄŸiniyordu. El öpmeyi, küçüÄŸün büyüÄŸe en zarif ÅŸekilde saygısını gösteren bir sosyal terbiye tezahürü olduÄŸunu ifade eden Dıranas, "GeçmiÅŸ bayramlarda genç buselerle nurlanmış ihtiyar eller, ÅŸimdi el öpmeyi bilmeyen çocuk ve taze dudakları karşısında mahzun, iki yana sarkıyor. Edeplerini ve geleneklerini kaybetmiÅŸ bir bayramın ne bayramlığı kalır? GarplılaÅŸma, yenileÅŸme cereyanı içinde kaybettiÄŸimiz böyle nice güzel törelerimiz var. Yazık oluyor.

​

Adetler, gelenekler, bir millet yapısının temel kıymetleridir. Adetlerini, ananelerini, tarihten ve dedelerden kalma özelliklerini koruduÄŸu, tanıdığı ve günden güne kıymetler halinde tuttuÄŸu nispette, bir millet kuvvetli, güvenli ve medeni olur. Dış görünüÅŸüne o denli hayran olduÄŸumuz garp medeniyetine mensup milletlere bakınız: Bir teknik mucizesi gösteren yirminci asır ruhi ve milli farkları ısrarla ortadan kaldırmaya çalıştığı, insanları tek bir haddeden çekmeye çabaladığı halde, milletler, en küçük yüz hareketlerine, jestlerine,  nidalarına kadar yine bir birinden ayırt ediliyorlar. Çünkü milli ruh, medeni ruhtan daha üstün ve kuvvetli. Milletler medeniyete deÄŸil, medeniyet milletlere göredir." diyordu.

​

Beyatlı'dan ibretlik bir anı

Yahya Kemal Beyatlı; 1922'de Tevhid-i Efkâr Gazetesi'ndc yazdığı "Ezan sız Semtler" baÅŸlıklı köÅŸe yazısında bayramda yaÅŸadığı bir anıyı ÅŸu satırlarla aktarıyordu: "Dört sene evvel Büyükada'da oturuyordum, bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusuyla sabaha kadar uyuyamadım. Vakit gelince abdest aldım, Biiyükada'nın mahalle içindeki sâkıt yollarından kendi başıma camiye doÄŸru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. Beni daha doÄŸrusu bizim nesilden benim gibi birini, camide gördüklerine ÅŸaşırıyorlardı. Orada o saatte toplanan ümmet-i Muhaınmed içinde bir yabancının geldiÄŸini zannediyordu. KardeÅŸlerim Müslümanlar bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Namazdan çıkarken, kapıda ayandan ReÅŸid Âkit PaÅŸa durdu. BayramlaÅŸmayı unutarak elimi tuttu: 'Bu bayram namazında iki defa mes'ûdum hamdolsun sizlerden birini kendi başına camiye gelmiÅŸ gördüm! Berhudar ol oÄŸlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti!' dedi.

​

Hem geldiğimi, hem de bayramımı tebrik etti. Yanındaki yaşlı adamlar da onun gibi tebrik ettiler."

iÅŸte Yahya Kemal, 1920'li yıllarda kaleme aldığı bu yazısında unutulup giden adetlerin yanı sıra, gençlerin ne denli deÄŸiÅŸtiÄŸinin ve aslından uzaklaÅŸtığının altını çiziyordu.

​

Osman Yüksel Serdengeçti, "Ramazan ve Bayramlar Yetim Gibidir" baÅŸlıklı yazısında ise ÅŸunları yazıyordu: "Din ve iman gayretinin kurtardığı bu topraklarda ramazan ve dini bayramlar kendi haline bırakılmış yetimleri gibi. Varsın öyle olsun... Bizim alâyiÅŸ ve nümayiÅŸle iÅŸimiz yok! Ramazan: Ey Allah'ın zamana kaseden lütfu... Ey bizi Allah'a götüren günler... 30 gün... Otuz defa kalplerimizin yıkandığı mübarek ay...Yine gel."            

 

​

bottom of page