Arayan İnsan
İslam'a Giriş
Ya Tahammül, Ya Sefer; Mustafa Kutlu
Mustafa Kutlu'nun "Ya Tahammül Ya Sefer" (Dergah: 1986) adlı hikâye kitabından alınmıştır.
​
​
​
​
​
​
​
​
​
HİLÂLİ GÖRDÜN MÜ?
Birisi ışığı açmış olmalıydı.
Tıkırtılar.. Ayak sesleri.. Derinden derine gelen, ilk anda ne olduÄŸu pek çıkarılamayan bir müzik.
Profesör Âsım Bey yatağında doÄŸruluyor. TerlemiÅŸ.. Elini alnından, ÅŸakaklarından geçiriyor.
​
İlhan olmalı bu.. Mutfaktan yana çatal, bıçak sesleri; çayını karıştırıyor.
​
Sıcak, bunaltıcı bir gece. Uzanıp etajerin üzerinden fosforlu saatini alıyor.
Sabaha pek bir şey kalmamış.
​
Karısı hırıltılı bir inleyiÅŸle bir yanından öte yanına dönüyor. İyice ÅŸiÅŸmanladı Fetanet Hanım. O hareket ettikçe somyanın yayları kütürdüyor.
​
Bir sigara mı yaksa? Bu müzik, evet galiba ney sesi.
​
DüÅŸünmeksizin iniyor yataktan, terliklerini aranıyor. Gidip bir bardak su içecek, bir ilaç falan. Perdeyi aralayıp dışarıya bakacak. OÄŸlanı merak ediyor. Bu gece yarıları kalkıp bir ÅŸeyler tıkınmak da neyin nesi? Denetlenmeli, adımları sayılmalı bu oÄŸlanın. Eve erken gelsin, aman üÅŸütmesin. Bu çocuk niye bu kadar zayıf?
​
«Baba büyüdüm artık düÅŸmeyin üzerime»..
​
Kaç yıldır söylüyor bunu? Bu çocuk hiç çocuk olmadı sanki. Doktor Ayhan’a uysa hepten bırakacak yakasını. Serbest bırakılmalıymış.. Sıkılmamalıymış. Aslında bu ilgiyi zamanında göstermeliymiÅŸler.
Gidip perdeyi aralıyor. Yıldızları sayılır bir gece. Hilâli görüyor.
​
AÄŸaçlara bakıyor, evlere. Bazılarının ışıkları yanıyor. Hep böyle oyalanacak mı? OÄŸlunun yanına çıkmaya bir bahane mi arayacak? Sakin olmalı, iyice sakin. RobdöÅŸambrının kuÅŸağını sıkıyor. Dağınık saçlarını eliyle düzeltiyor.
— Ne o İlhan.. Uyku tutmadı galiba.
​
Ona doÄŸru yürürken söylüyor bunları, ÅŸefkatle gülümsüyor. Yıllardır açamadığı, açıp kucaklayamadığı kollarıyla sanki onu sarmak, baÄŸrında barındırmak istiyor. Bir kaç saniye, bir iki adım. Sükût. Başını bile kaldırmıyor. Ve bir sevinç, aniden kabarıp kalkan umut, ısınan yürek, soÄŸuyup katılaşıyor. Yeniden buzdan pelerinine bürünüyor.
​
Ne olur sanki dönüp baksa. «Gel sen de atıştır baba» falan dese. Abus. Karşılığını bulamadığı, bu yüzden kesemediÄŸi yürüyüÅŸünü sürdürüyor. Duraksamadan mutfak kapısına ulaşıyor. Yine beceremedi. Hiç olmazsa baÅŸucuna dikilebilir, sorusuna cevap almak üzere susabilir, bir an için onu zorlayabilirdi.
​
Dolaptan bir bardaksu alıyor, çok soÄŸuk olmalı. Yarısını boÅŸaltıp musluktan tamamlıyor.
— İlaç almak istemiyorum ama...
​
Sesi çatlıyor. Artık cümleleri tamamlayamaz. Panik. Dönüyor, bir elinde bardak, kapının pervazına dayanarak ona bakıyor, öylece bekliyor. -Hadi bak, babana oÄŸlum, hadisene ulan...». Hep böyle geliÅŸiyordu, öfke tepeye doÄŸru tırmanıyor. Halbuki gidebilir. Hiçbir ÅŸey olmamış gibi, suyunu içtikten sonra gidip yatabilir.
— Ne diyordum, ilaca alışmak kötü...
​
Sanki kendi kendine konuÅŸuyor. Neresinden tutmalı, nasıl baÅŸarmalı? Yıllardır kesilen, esasen belki de hiç kurulmamış olan, yani Fetanet olmadan, onun ağır gövdesi her yeri ve her ÅŸeyi kapsayan varlığı düÅŸünülmeden, bir suyun mecrasında akışı gibi zorlamasız, yapmacıksız ve olması gerektiÄŸi gibi olan bir iliÅŸkiyi, bir baba-oÄŸul iliÅŸkisini; iÅŸte böyle ÅŸeksiz ÅŸüphesiz ve gecenin bir vakti olup eÅŸyanın en masum kisvesini giyindiÄŸi, insanların ve cinlerin hayatla-ölüm arasında bulunduÄŸu bir zamanda, yalanların söylenemediÄŸi, ve gülüÅŸlerin gerçekten gülüÅŸ, gözyaÅŸlarının gerçekten gözyaşı olduÄŸu kıpırtısız anlarda kurulması, denenmesi gereken iliÅŸkiyi nasıl baÅŸlatmalı?
— Baba müziÄŸin farkında mısın?
​
İşte böyle beklenmedik ÅŸeyler yapar.
​
— Güzel... OlaÄŸaüstü...
​
İlhan başını kaldırıyor, dimdik gözlerle babasına bakıyor. Hayret, merhamet ve nedense Âsım Bey’e göre biraz da nefretle bakıyor. KonuÅŸmuyor. Bu çocuk adamı deli eder.
​
Åžimdi gerçekten bir ilaca ihtiyacı var. Dolaba yöneliyor.
​
İlhan babasının hafifçe kamburlaÅŸmış sırtını, tepesi dökülmüÅŸ kır saçlı kafasını, kepçe kulaklarını süzüyor. İktisat profesörü... Memleketin tanınmış simalarından fabrikatör Kemal Bey'in damadı, Akseki eÅŸrafından — Bir gün babasının eÅŸraftan mı, esnaftan mı olduÄŸunu araÅŸtıracak —. Acaba öÄŸrencileri onun için ne diyorlar? Fakülte koridorlarından geçerken, saygıyla eÄŸilip selâmladıktan sonra hocalarının ardından neler söylüyorlar? KonuÅŸmalı mı?
​
Åžu gecenin lekesiz yüzünü kirletmeden, yeniden ve belki sabaha kadar sürecek; anasını, ablasını uyandıracak, etrafı velveleye verecek bir konuÅŸmayı ÅŸimdi baÅŸlatmalı mı? Ona nasıl ve ne için yaÅŸadığını, neye inanıp neye inanmadığını sormalı mı?
​
Onunla birgün mutlaka konuÅŸacak ve bu konuÅŸma her zaman olduÄŸu gibi yeni alınmış bir palto üzerine olmayacak.
​
Âsım Bey bir elinde bardak, öbüründe ilaç, koridordan geçip salonun sokaÄŸa bakan penceresine kadar gidiyor. Perdeleri çekilmemiÅŸ, duvar kâğıtları yeni, mefruÅŸatı klasik zevkle uygun bir salon.
İlhan oturduÄŸu yerden babası ile birlikte bütün salonu görebiliyor.
— Baba!..
— Efendim!..
— Hilâli gördün mü?..
— Evet, çok güzel!..
— Yarın Ramazan baÅŸlıyor.
​
Sanki tonlarca ağırlık kaldırmış, yürümüÅŸ, koÅŸmuÅŸ, terlemiÅŸ, bütün kuvvetini kaybetmiÅŸ gibi çatalı masaya bırakıyor. Bunu yapmayacaktı. Babasına Ramazan ayının geldiÄŸini haber veriyor. Tuhaf deÄŸil mi?
​
Yani bu ülkede radyolar, televizyonlar, gazeteler, insanlar, sokaklar, binalar bunu bildirmiyor mu?
Âsım Bey’in sıkıntısı bunalıma dönüÅŸüyor.
​
Nar çatlağı gibi yarılıyor dünyası, kızıl-karanlık bir mayi akıyor.
O ney sesi berdevam.
Fetanet, iÅŸ, dostlar, seyahat, dokuma fabrikalarına yapılan ek inÅŸaatın açılış kokteyli.
Yarın borsa bankerleri ile görüÅŸülecek.
Belki İsviçre’ye, İngiltere’ye gidilecek.
Kaç gündür bakamadığı, yeni yatırımların fizibilite raporları gözden geçirilecek.
Bir elinde bardak, öbüründe ufacık bir hap. Gökyüzüne bir daha bakıyor. Kavsini parlatan hilâlin beyazlığı. Oruç.
​
Dönmesi, oÄŸlunu karşılaması gerek. Demek sahura kalkmış. Hiç belli etmemiÅŸti. Kim yönlendiriyor onu, kimlerle konuÅŸuyor. Denetlenmeli. Ama onu tanımıyor ki. Bu sıkıntıyı, bu ömrünün yegâne derdini çok iyi biliyor. Hatta seviyor. Sıkılmamış olsa, hiç tınmasa; gaflet koyulaÅŸacak, iyicene yayılıp, aÄŸdalanıp bütün benliÄŸini kaplayacak.
— Baba özür dilerim!..
— Bunu açmazdım size. Nasıl oldu bilmiyorum, birden söyleyiverdim.
— Söylemeliydin, tabii söyleyeceksin.
— Böyle ÅŸeyleri tartışmak, iyice pörsütüyor, fena halde hırpalıyor beni.
Doluyor Âsim Bey, nerdeyse boÅŸanacak.
— Dert etme...
— En iyisi gidip yat, annemi uyandırma.
— Uyandırmam.
O eski medresenin avlusunda bir nar aÄŸacı vardı. Bir yanı kurumuÅŸ ihtiyar bir nar aÄŸacı. Karısına bakıyor. Başı yastıktan kaymış, aÄŸzı hafif açık, alnına bir tutam saç yapışmış, yüzü ÅŸiÅŸmiÅŸ, iyicene temizleyemediÄŸi göz makyajı dağılmış.
​
Her bahar bir acaip yeşillik fışkırırdı bu nar ağacından.
UÄŸraşıp dibini düzeltmiÅŸlerdi. Erzurumlu Yunus, Arapkirli Osman, kendisi, Murat, bir de Murat’ın köylüsü Kerim. Kerim’i yurdun yakınlarında bir kunduracıya çırak vermiÅŸlerdi. Dâva delisi Kerim.
​
YavaÅŸça giriyor yataÄŸa. Karısına dokunmamaya özel bir itina gösteriyor. Nevresimi boÄŸazına kadar çekiyor. Bir ürperti kaplıyor vücudunu. Lambasının loÅŸ ışığı altında beliren karaltılara dalıyor.
Nar aÄŸacının altına bir sofra serilmiÅŸ. ArkadaÅŸlarıyla çevrilip diz çökmüÅŸler, iftar topunun atılmasını bekliyorlar.
​
GÖRÜLEN GEÇMİŞ ZAMANIN AÅžIRI UÇLARI
Bütün bir yaz bir kez olsun plaja inmemiÅŸ, denize girmemiÅŸti.
Evin arkasındaki tahta kulübesine kapanmış, güvercinlerini uçurup durmuÅŸtu.
Onlarla kurduÄŸu iliÅŸkinin sınırlarını geniÅŸletmiÅŸ: kuÅŸlardan aÄŸaçlara, aÄŸaçlardan tepelere, tepelerin arkasında kalan köylere kadar uzatmıştı.
Kaç yaz gelmiÅŸlerdi buraya?
​
Evin arkasından ÅŸimdi artık fundalar, çalılarla kaplı tek tük meÅŸesi kalmış koruya kadar yayılan meyve bahçesi ne zaman kurumuÅŸ, o yeÅŸillik nasıl böyle yokoluvermiÅŸti?
​
Babaanne ne zaman ölmüÅŸtü?
​
Ya koruluktaki pınar!
Kotralara, deniz motorlarına, ÅŸiÅŸirme botlara arkasını dönerek gitmiÅŸti. Geceyi rengârenk boyayan ampullere, hasırlarla örtülü taraçalara hiç bakmamıştı. Yosunlu kayaların arasından ince sesiyle şırıldayan, pul kanatlı küçümen böceklerle, küçümen pembe-mavi mineli çiçeklerin, canlı, yeÅŸil taze otların çevrelediÄŸi kaynaÄŸa koÅŸmuÅŸtu.
​
Hiçbiri yoktu.
Babaanne de yoktu.
​
Bazen bisikletine binip saatlerce geziyordu. Açıklara dalga dalga yayılan çılgın bir müzikle terleyip tepiÅŸmekten, geceler boyu yorgun düÅŸüp, uyuyakalmışken gençler, uyuyakalmışken herkes, o sessizce kalkıyor, günün ilk ışıkları ile bisikletine atlayıp tatil köyünden uzaklaşıyordu.
YalnızbaÄŸ’a giden eski, ince, toprak bir yol vardı. Güzel bir yol. İki tarafında ekin tarlaları uzanırdı. Geceden yaÄŸan yaÄŸmur tozları bastırmış olurdu. Tarlaların kenarında meyve aÄŸaçları, iÄŸdeler. GüneÅŸ yeni doÄŸuyor olurdu, etrafı iÄŸde kokulan kaplardı. Bisikletin tekerlekleri döndükçe hafif bir çıtırtı iÅŸitilirdi. Bu sese bakarsın bir çayır kuÅŸu karşılık verir, sonra birden umulmadık bir yerden havalanırdı.
İşte bu saatleri seviyordu. Serinliği, sessizliği, yıkanmış temizlenmiş, gelin gibi başını eğmiş gelincikleri.
…
YalnızbaÄŸ’a vardığını uzaktan uzaÄŸa gelen köpek sesleri ile fark etti. Bir de toprak yolun kenarında yükselen bahçe duvarları. Hafif bir gübre kokusu duyuluyordu. Hayvan, saman, yaprak, meyve, toprak, insan kokularına nasıl yakışmıştı bu gübre kokusu.
Cami duvarına bitiÅŸik ÅŸirin bir çeÅŸme gördü. Oraya kadar bisikletini sürdü. İnip yüzünü yıkadı, gerindi, güneÅŸe doÄŸru döndü. Aman Allah neredeyse öÄŸle olacaktı, acıkmıştı, nasıl geçmiÅŸti zaman?
— Merhaba delikanlı!...
Üç kiÅŸiydiler. Anlaşılan caminin bir kısmı yıkılmış bahçe duvarını onaracaklardı. Orda, çınar aÄŸacının dibindeydiler. Kara bıyıklarının altından beyaz diÅŸlerini göstererek gülüyorlardı...
— Selâm!..
Dedi ve onlara doÄŸru yürüdü.
— Buyur birÅŸeyler ye... Hadi gel! Gel, otur ÅŸöyle...
Ağacın altına serilmiş kilime oturmuşlardı.
Heeey, ne oluyor? Bu adamlar da kim? Neyin nesi bu teklif?
​
Aman İlhan oÄŸlum sakın tanımadığın kimselerle konuÅŸma, fazla uzaklaÅŸma. UzaklaÅŸma dedim anladın mı? Peki anne, iÅŸte sana üç tane yabancı adam.
Yanlarına gidiyor. Bisikletini ağaca dayıyor.
— Kimin oÄŸlusun sen?
— Profesör Âsım Bey’in.
— Öyle mi? Nuhzade Kemal Bey’in damadı, deÄŸil mi?
— Evet öyle.
— Gel, gel... Åžöyle çök. Ne arıyorsun buralarda?
— Tatil köyüne gelmiÅŸtik..
Semaver kaynıyor.
Üzerinde mavi çinko bir demlik.
Etrafına bakınıyor. Köy. Evler, gübre yığınları, bir adam sırtında bir çuvalla yürüyor, bir çocuk önüne kattığı kuzuları götürüyor. Caminin arkasından yedi sekiz yaÅŸlarında bir kız çocuÄŸu çıkıyor. Elinde bir bakır tepsi. Ardında daha küçük bir oÄŸlan geliyor, elinde bir bohça. OÄŸlan yumuk yumuk yürüyor, kafası kazınmış kopul bir oÄŸlan, yanaklarından kan damlıyor.
Taze çökelek, yeÅŸil soÄŸan, yufka, biraz bal, haÅŸlanmış yumurta.
​
Elleri ile yufkaya çökeleÄŸi, yumurtayı sarıyorlar, arasına bir baÅŸ yeÅŸil soÄŸan. Ne yapsa? Neresinden baÅŸlasa? Kız dizi üzerine çökmüÅŸ. OÄŸlan ayakta bekliyor. Çayların rengi ne güzel, güneÅŸ içinde oynuyor.
— İbrahim!.. Gel oÄŸlum, gel ÅŸöyle yanıma otur.
Orada kalmıştı. O adamlarla konuÅŸmuÅŸ, onlara kerpiç taşımış, terlemiÅŸti. ÇeÅŸmede yüzünü yıkamış, İbrahim’le ÅŸakalaÅŸmış, onu bisikletine bindirmiÅŸti.
…
Hafif bir esinti var.
Uzaklarda demirlemiÅŸ yabancı bandıralı gemilerin ışıkları seçiliyor. Taraçada, yemek masasının başındalar. önlerine açılan geniÅŸ bahçe. Gece salalarının baygın kokuları. Jak yine kusursuz bir sofra düzenlemiÅŸ. Her ÅŸeyi düÅŸünmüÅŸ. Düzenli adam. Âsım bey önce Jak’a, sonra karısı Eleni’ye bakıyor. Bir ÅŸeyi anlamak, keÅŸfetmek istercesine bir ona, bir öbürüne bakıyor. Bu ölçüleri nasıl kazanmışlar.
​
— Selâm!..
Seda hareketli adımlarla bir manken gibi başını dik tutmaya özen göstererek geliyor. Beyaz, ince kumaÅŸtan dikilmiÅŸ, etekleri nerdeyse yere sürünen, yakası oldukça açık bir elbise giymiÅŸ. Saçlarını ensesinde toplamış. Yanaklarını çukurlaÅŸtırarak gülüyor.
— Ah.. Åžekerim, ne kadar güzelleÅŸtin sen. Fetanet Hanım kızı iki yanağından öpüyor.
— Ya, Bir içim su olmuÅŸ, bak sen ÅŸuna.
Âsım Bey de öpüyor.
Seda sesindeki şımarıklığı dizginleyerek!
— İlhan nerelerde, gelmedi mi yoksa?
— Bilmem, denize kadar yürüyeceÄŸim dediydi. Döner ÅŸimdi.
— Gidip onu bulayım.
Merdivenlerden seke seke iniyor. İki yanı çiçek tarhları ile kaplı yoldan bahçeyi geçip, köÅŸkün iskelesine doÄŸru gidiyor. Etekleri uçuÅŸuyor, mehtap nefis.
Âsım Bey neredeyse oÄŸlunun bu akÅŸam, bu sofraya hiç uÄŸramamasını dileyecek. İlhan aklına gelince, o yüzüne dikilen iÄŸne ucu bakışları hatırlayınca, her yanım tarifi mümkün olmayan bir tedirginlik kaplıyor. Nicedir oruca, oruç tutan birine bu kadar yakın olmamıştı. Etrafında dolaşıp durdukça, hele arada bir gözgöze geldiklerinde dayanamıyor. İlhan’ın vücudundan sanki bilinmeyen, mahiyeti meçhul bir güç fışkırıyor. Dalga dalga yayılıyor, ihtiyarını elinden alan bir ÅŸey.
Sofraya dizilenlere; salatanın yeÅŸil, sarı, kırmızı,yapraklar, limonlar, domateslerle süslü, adeta soyut bir resim gibi yayılışına; balıklara, kadehlere, mezelere bakıyor. Bir çataldan öbürüne, bir tabaktan diÄŸerine geçiyor.
​
Artık gidiyor: Hakka varan bir yolu tutmuş
​
Hay Allah! Nereden geldi bu mısra? Medrese’nin revakları arasından mı? DerneÄŸin küçücük toplantı salonundan mı? Yoksa FiruzaÄŸa Mescidi’nin son cemaat yerinden mi?
​
ArkadaÅŸlar!..
Zulmün, ümitsizliÄŸin ve idealsizliÄŸin kararttığı siyah zeminde Âsım, ÅŸafağın ilk ışıklarını haber verir.
​
Karlı kış geceleri. O’na gittiklerinde. Erzurumlu Yunus. Arapkirli Osman. Teraviyi mutlaka bir selâtin camide kılıp, daha sonra O’na gittiklerinde. Evet O’nun sesi bu.
​
Bizim hareketimiz, mesuliyet hareketidir: dâvamız hayata uymak deÄŸil, hayatımızı Hakk'a uydurmaktır...
​
Hasretin, gurbetin, sevdanın, delikanlı heyecanların memleketten getirilmiÅŸ ve yurt köÅŸelerinde piÅŸirilmiÅŸ kekik kokulu çorbaların, yün çorapların ve fakülte koridorlarında yankılanan, coÅŸku ile tekrarlanan, tekrarlanan bu sözlerin, hatıraların yumağına.
— Ne dersiniz Âsım Bey, kalkan zamanı kalkanyenir, deÄŸil mi ama? ’ ,
— Efendim... Ha, evet, kalkan. Ne kadar zahmetlere girmiÅŸsiniz.
— Yok canım..
Åžaşırmış, nerden çıktı ÅŸimdi bu «zahmet» lafı gibilerden bakıyor Jak. Fetanet arada bir üzerine bulaÅŸan bu dalgınlığın farkında mı acaba? Erkenden içmeye baÅŸladı.
— Åžey, artık balığa falan çıkmaya baÅŸlasak. Motoru hazırlatıyorum. Ne zaman isterseniz.
Havalar gittikçe güzelleÅŸiyor.
Jak. Merhum kayınpederinin ortağı.
Åžu dekan seçimleri de bir bitsin.
Niçin böyle son anda çekildiniz adaylıktan? Ah, Âsim Bey.. Çok umutlanmıştık.
— Böyledir bizimki.
Fetanet «bizimki» diye iyice iÄŸrenç kıldığı tariflerine, acaip ayrıntılara varan, içtikçe bayağılaÅŸan tahlillerine baÅŸlayacak mı? Eleniye eÄŸilecek, alçak sesle konuÅŸup duracak mı?
​
Ve o nesil. Üzerinde yaÅŸadığımız acılı toprağın çocuÄŸu. Âsım’ın nesli.
​
Hemen birÅŸeyler bulmalı. Zihni toparlamalı. Yoksa dağıtacak. Belki de berbat edecek. Fiyat hareketlerinden mi baÅŸlasa? Hükümetin aldığı son kararlardan. En iyisi yemek, yemeÄŸe baÅŸlamalı.
— Çocuklar da gecikti. Ben derim ki, ÅŸu zavallı kalkanları fazla bekletmeyelim derim.
— Ben de tasdik ederim.
— Yemek onların umurunda mı?
Ne var bunda gülecek? Hep birlikte gülüyorlar. Fetanet göz ucu ile bakıyor. Bu göz ucunun kara-basanları, aÄŸları, cendereleri. Âsım Bey karısını süzüyor. Gecenin karanlığı, hafif ışıkların tüllenen gölgeleri altında ne kadar güzel. Eleni ile ana, kız gibi duruyorlar. Oysa ÅŸiÅŸmanladı, yaÅŸlandı Fetanet. Biliyor, bu güzelliÄŸin ne zamandan beri, nasıl çoÄŸalarak etrafını sardığını onu büyülediÄŸini biliyor.
— Nefis. Bunu diri diri piÅŸirmiÅŸ olmalısın Jak.
— Nerde bizde o yürek. Artık diriliÄŸini muhafaza eden ÅŸeylere dokunmak bize yasak.
Eleni kaÅŸlarını, çatıyor ve susuyor.
Âsım Bey gerginliÄŸini gerçekten gevÅŸeten bir kahkaha atıyor.
— Çarpıntı yapıyor olmalı.
Çatal bıçak seslerine cırcır böceklerinin sesleri karışıyor. Yıldızlar kaç gecedir pırıl pırıl. Gece hiçbir sebeple kıyılamayacak kadar güzel. Eleni köÅŸede karanlığa gizlenip duran hizmetçiye sesleniyor.
— Kızım, baksana. Banyoyu hazırlayın. Nalân yine çıldırıp denize girmiÅŸ olabilir, hava serin, dönünce ılık bir duÅŸ alsın.
— Cevat bırakmaz onu.
— Bırakmaz mı? Ha. hay.. Anasının kızıdır o. Kim bırakmayacakmış. Cevat mı? Pöh.
— Ama nasıl baÄŸladı kendine, tiyatro tutkusu falan diyerek.
— Bizim kızda bir tutku var ama ne olduÄŸu meçhul, inÅŸallah bu oÄŸlanı elinden kaçırmaz.
Âsım Bey iÅŸte bu konuÅŸmalara, yemeÄŸe, dekan seçimine, balığa çıkmaya tutunuyor. Bir dalga gibi çırpınarak gelen, gelip zihnine takılan geçmiÅŸi ötelere itiyor. İlhan bir süre daha gelmese. Åžöyle çakırkeyif oluncaya kadar.
Kadehinden iri bir yudum alıyor...
​
Küçücük dalgalar minik şıpırtılarla iskelenin tahta bacaklarını ıslatıyorlar. Arada bir balık atlıyor. Geride sesi ve karanlıkta gümüÅŸi yalımlar bırakan izi kalıyor. İlhan iskelenin ucunda, oturmuÅŸ, ayaklarını denize sallamış, ÅŸehre arkasını dönmüÅŸ.
— Çok dalgınsın..
..........
— YemeÄŸe bekliyorlar.
Sedâ, üzerinde rüzgârla vücuduna yapışan ve bütün hatlarını ortaya koyan beyaz elbisesi ile ayakta, İlhan’ın biraz gerisinde dikiliyor. Oraya kadar iskeleyi takırdatarak geldi. Duymamış olamaz.
— Hey, sana söylüyorum.
YumuÅŸak saçlarını okÅŸamak, hemen ÅŸuracıkta karıştırmak geçiyor içinden. Gidiyor, sessizce yanına iliÅŸiyor.
— Beni rahat bırak.
— Ama!..
İlhan yüzünü ötelere çeviriyor.
YalnızbaÄŸ köyüne. Köyün o yanık yüzlü imamına.
​
Çıkmış öÄŸle ezanını okumuÅŸtu. Sonra yanına geldi. Beyaz diÅŸlerini göstererek gülümsedi.
— Hadi abdest al da namaz kılalım.
— ..Eee, ÅŸey..
— Ne var? Söyle, hadi çekinme..
— Ben hiç namaz kılmadım.. Bilmiyorum. Yanakları kızarmış, kalbi çarpıyor, imam bir elini omuzuna koyuyor, okÅŸayan sesi ile.
— Olsun, ben sana öÄŸretirim.
İçi ovalar dolusu geniÅŸliyor, çok seviniyor.
— Sahi mi? öÄŸretir misin?
— Ne sandın ya! İstersen hemen öÄŸretirim. Allah’a inanıyor musun?
İlhan gözünü kırpmadan, göÄŸsünü gere gere cevaplıyor.
— İnanıyorum, hem de çok.
— İyi. Åžimdi bak, ÅŸöyle güzel bir abdest alalım seninle.
​
Yere basmaya çekinerek gelirlerdi.
Ellerinde fenerler, erkekler önde, kadınlar çocuklar arkada.
Babaanne ile birlikte caminin kadınlara ayrılmış, önü bir perde ile kapatılmış kısmına girerlerdi. Etrafta hoÅŸ, büyülü bir koku olurdu. Müezzinlerin sesi çocuk gövdesinin bir yerinde cevabım bulurdu. Bunu ürperiÅŸlerle duyardı, âÅŸikar çıkaramazdı. Babaannenin gözü hep önünde olurdu. SessizliÄŸin sese, sesin kelimelere, kelimelerin özge mânalara dökülmesi bir Ramazan boyu sürer giderdi. Bazan caminin tavanından sarkan lambalara, lambaların ışığında garip gölgelerle bezenen tavan tahtalarına, bunların oymalarına, sonra duvarlara, duvarlardaki yazılara, mihrabın tam ortasındaki mermer çerçeveye takılırdı. EÄŸilip kalkışlarla yorulurdu. Boynu bükülür, uyku gözlerinden süzülür, yavaÅŸça Babaanne’nin dizi dibine kıvrılıp uyuyakalırdı. Hasan’ın babası faytonu denize, dedesinin yazlığına doÄŸru sürerken sarsıntıyla uyanır, Babaanne’nin kucağında olduÄŸunu anlar, lavanta çiçeÄŸi kokan çarÅŸafına sarınarak yeniden uyurdu.
​
Åžimdi yine Ramazan...
İskelenin sağ tarafından, sahilden kesik, şuh kahkahalar duyuluyor.
Sedâ ile birlikte dönüyorlar.
Ay ışığına bulanmış iki çıplak vücut denize doÄŸru koÅŸuyor. Nalân ile niÅŸanlısı çırılçıplak denize giriyorlar. Sularda alt alta, üst üste oynaşıyorlar.
İki genç bir süre büyülenmiÅŸ gibi bu manzaraya dalıyor. Vücudu baÅŸtan ayaÄŸa titreten, kulaklarda uÄŸultular yaratan, alevden nefesi ile üzerlerine varan bir nesnenin, bir karabasanın pençesinde kalıyorlar.
Sedâ’nın eli birden uzanıp İlhan’ın elini yakalıyor. İlhan irkiliyor. Dönüp elini tutan ele bakıyor. Sonra gözgöze geliyorlar. Sedâ nerdeyse kucağına yıkılacakmış gibi duruyor.
İlhan sıkıntı ile nefesini boşaltıyor.
Aniden kalkıyor.
​
Genç kız bir süre kendini toparlayamadan bulunduÄŸu yerde bir yığın gibi kalıyor. Sonra o da kalkıyor. Birlikte köÅŸke doÄŸru gidiyorlar. İlhan’ın içindeki sıkıntı kapkara bir yumak oluyor. Büyüyor ve boÄŸazına doÄŸru yükseliyor. Yükseldikçe hızlanıyor. İlhan, iki yanı çiçek tarlaları ile kaplı yola vardıklarında yatsı ezanı okunmaya baÅŸlıyor. Åžehrin kimbilir kaç yerinden birbiri peÅŸi sıra dalga dalga baÅŸlayan ezan, alçalıp yükselerek yayılıyor.
​
Sofraya vardıklarında Asım Bey çakırkeyf, Fetanet Hanım neredeyse sarhoÅŸ.
— Çapkınlar.. Amma da geciktiniz.
— Neredeydiniz?. Yoksa denize mi girdiniz?
— Hadi gelin, hadi canım, kurtlar gibi acıktınız ÅŸimdi.
İlhan kalkan kadehlere, çarpılan ağızlara ve kısılan gözlere bakıyor. İçindeki kara yumak nerdeyse bütün benliÄŸini kapladı kaplayacak. Bu karanlık, ah bu karanlık. Bir sandalyenin arkalığına yapışıyor. Ellerini acıtarak sıkıyor bunu, sıkıyor, sıkıyor.
— Nalân ablan nerde kaldı?
— Onları görmediniz mi?
— Geç oldu, keÅŸke gelseler, balıklar soÄŸudu bile. Eleni de kadehini kaldırıyor. Yan yana duran iki gence bakıyor. Dinçlik, tazelik, güzellik ve coÅŸku.
— GeleceÄŸe içelim, gelecek güzel günlere...
Diğerleri sevgi ile ona bakıyorlar. Kadehlerini kaldırıyorlar.
​
İlhan işte tam bu sırada patlıyor.
Sofra örtüsünü bir ucundan tuttuÄŸu gibi çekip fırlatıyor. Karanlık, gözlerindeki kanlanmayı, hırsla ve acı ile tutuÅŸan, kıvılcımlanmayı saklıyor. Kırılan tabak, bardak sesleri, dökülen sular, içkiler...
