Arayan İnsan
İslam'a Giriş
Bir Ateistin Oluşumu ve Parçalanışı
Amerikalı bir bilim adamı olan Patrick Glyn’inKanıt (Gelenek: 2004) adlı kitabının giriş bölümünden kısaltılarak alınmıştır. Yazar kendi tercihlerinin oluşumunu ve değişimini samimi bir şekilde paylaşıyor.
İnancımızın sanıldığı gibi tamamen özgür seçimlerimiz ile şekillenmediği, içinde yaşadığımız kültürel ortamın seçimlerimizde önemli bir role sahip olduğuna güzel bir örnek olarak değerlendirdiğimiz için yayınlamaya değer bulduk.
Felsefi bir ateist ya da agnostik olarak geçirdiğim birçok seneden sonra, gerçekten bir Tanrı’nın, ruhun ve ölümden sonra bir yaşamın olduğunu fark ettim. Elbette bunlar çoğu insan için tanıdıktı. Bir ankete göre, Amerikalılann %70'inden fazlası bu inançlan paylaşır gözükmektedir.
(Farklı Gallup araştırmalanna göre, Amerikalıların %94’ü Tann’ya inanır ve %90’ı ise dua eder, %71’i ise ahirete inandığım söylerken, %16’sı inanmadığını belirtir.)
Fakat bana göre, benim gibi birçok kimse için ve belki sizden biriniz için de doğru olabileceğini düşündüğümden, bu farkına varışım önemli bir konuydu, hem de çok önemli.
Amerikalılann büyük çoğunluğunun inançlı olduğu gerçeğine rağmen, entelektüel kültürümüze şüphecilik hakim olmuştur, örneğin, 1970’li yıllarda Harvard’da lisans ve yüksek lisans çalışmalan yaptığım sıralarda, geleneksel dini inançlar geçmişte kalmış, bilim tarafından çürütülmüş, modem görüşle birbirine zıt şeylermiş gibi kabul edilirdi. Elbette profesörlerimiz arasında inançlı olanlan vardı. Fakat kültür, agnostikti. Dini inanç ve pratikleri, entelektüel tutarsızlığın, duygusal zayıflığın ya da kültürel donanımdan yoksunluğun belirtileri olarak değerlendirmek gibi benim de paylaştığım bir temayül vardı.
Aslında geçtiğimiz yirmi yılı aşkın süre içinde, uzun zamandır egemen olan modem seküler dünya görüşünün temellerini parçalayan birtakım önemli deliller ortaya çıkmıştı… Bu konudaki yeni keşiflerin oldukça geç, yani yoğun felsefi çalışma temeline bağlı olarak, kişisel anlamda Tanrı’nın olmadığına, ölüm sonrası bir hayatın ve ruhun yokluğuna karar verdikten uzun bir süre sonra, farkına vardım. Erken yaşta şüpheciliği benimsedim, Darwin’in evrim teorisini Katolik ilkokulunda ilk öğrendiğim zaman ya Darwin teorisinin ya da “Genesis” kitabındaki yaratılış kıssasının doğru olması gerektiği hemen aklıma geldi. Her ikisi aynı anda doğru olamazdı ve sınıfta kalkıp bunu zavallı rahibeye söyledim.
Böylece git gide seküler ve rasyonalist bir hayat anlayışına doğru, çocukluğumda izi olan samimi dini inanç ve uygulamadan uzaklara doğru uzun seyahatim başlamış oldu. Bu seyahatte yalnız değildim.
Amerikan kültürü seküler bir evreye giriyordu. İkinci Vatikan konsülü Katolik kilisenin moderniteye karşı büyük atılımı, samimi Katolikleri, inançlan hususunda bir çok soru ile baş başa bırakmıştı. Bu dönemde, tecübî bilgiler yaygındı ve dindar entelektüeller, zihnen git gide seküler konularla ve daha geniş kültürün eğilimleriyle meşgul oluyorlardı. 1965’de ilahiyatçı Harvey Cox, kiliselerin seküler sosyal bilime dayanan yeni bir sosyal değişim modelini benimseyerek müteal ve ruha dair tüm fikirleri tamamen terk etmesi gerektiğini iddia eden muazzam derecede etkileyici bir kitabı “ The Secular City” (Seküler Şehir) ’i neşretti. Ertesi yıl çağdaş teolojinin durumunu inceleyen Time dergisi, kapağında şu soruyu soruyordu: “Is God Dead?” (Tanrı Öldü mü?).
1969 yılında Harvard’a devam etmek için Cizvit lisesinden ayrıldığımda Tanrı’nın ölümünün yahut ortadan kayboluşunun tamamen kabul edildiği bir çevreye girdim. O günler “yeni sol”un yükselişinin ve Vietnam karşıtı protestoların dönemiydi. Ders müfredatında ateist Kari Marx’ın yazılan hâkimdi. Kari Marx’ın yazıları, genç profesörlerin kutsal kitaba gösterecekleri saygınlığa sahipti. Politik ve Marksist eğilimlerden büyük oranda bağımsız olan İngilizce bölümünün müfredatında seküler konular yoğunluk kazanmıştı. Harvard'ın İngilizce bölümü, entelektüel tarihe, Yaleli edebiyatçı ve ilim adamı Hillis Miler’in "Tanrı’nın ortadan kaybolması” diye adlandırdığı Batı'nın entelektüel tarihinin serüvenine ve Batı’nın romancılan, şairleri ve büyük düşünürleri tarafından yaşanan tedrici iman kaybına yoğunlaşıyordu.
Din karşıtı profesörlerimizin sayısı çok değildi. Fakat İngilizce bölümünde, Hıristiyanlığın kaybolduğu üzüntülü bir şekilde belirtilmişti. Modem dönemde dini inancın rasyonel insan için mümkün olmayacağı ve dini inanan ancak insanın inanmasının imkan dahilinde olduğu önceki çağlardaki gibi belli bir melankoli ve nostalji sonucu ortaya çıktığı varsayılıyordu.
Bu tarz görüşler, entelektüel dünyanın, modern bilim dini dünya görüşünün tüm rasyonel temellerini yıkmıştır şeklindeki düşüncesini yansıtıyordu. “Biz modernler” iki muazzam bilimsel devrimin kahramanlarıydık: Kopernik ve Danwin devrimleri. Kopernik, kutsal kitabın aksine insanlığın hiçbir şekilde evrenin merkezinde olmadığını gösterdi. Dünya sadece güneşin etrafında dönen gezegendi. Modem astronominin tedrici olarak keşfettiği üzere, güneş birbirinden milyarlarca ışık yılı uzaklıkta bulunan milyarlarca yıldızdan sadece bir tanesiydi. Üstelik Danwin hayatın kökenini açıklamak için Tanrı düşüncesine gerek olmadığını kanıtlamıştı. Hayat ve insan türünün kendisi esasen iyonlara bağlı olarak iş gören tesadüfi mekanizmalann sonucuydu. Genesis kitabında ifade edilen yaratılış kıssası yalnızca atalanmızın cehaletini ve saflığını yansıtmaktaydı. Onlar, Tanrı fikrini hayatta kalmanın zorluğuna dayanabilmek için bir nevi savunma mekanizması olarak icat ettiler. İnsanlık Tanrı’nın yaratması değildi. Öyle ki biz, ateist filozof ve matematikçi Bertrand Russell’m ifade ettiği gibi durgun suda meydana gelmiş garip bir kaza eseriydik, o zamanlarda bu açıklama “tesadüfi evren" fikrinin anlaşılmaz bir uzantısıydı.
Harvard’dan mezun olduğumda, bu modem ve seküler bakış açısını bütünüyle özümsemiştim. Samimi bir agnostiktim. Tanrı’nın varlığını imkânsız olarak düşünüyordum, fakat net bir şekilde anlayamamıştım. Cambridge Üniversitesi'nde bir yıl geçirdikten sonra Batı felsefesinin derinliklerine dalmak için Harvard'da doktoraya başladım. 1970’lerin sonunda doktoramı aldığımda tam bir ateistim.
Ateizmi benimsemek mutluluk getirmedi. Agnostik olmama rağmen yanlışlığım ispatlanabilir ümidindeydim. Batı felsefesinin, antikten modern zamanlara kadar tüm geleneğinin öz itibariyle dini dünya görüşünün -ya da Tanrı fikrinin- yalanlanması olduğunu anladığım gün hoş bir gün değildi. Fakat bu sonuç kaçınılmazdı. Aklın hakikate giden tek yol olduğunu düşünüyordum. Akıl şu şekilde anlıyordu: Eşyanın mahiyeti muhakeme edilebildiğinden tutarlı ve anlaşılırdı, dolayısıyla bilim imkânı doğmuştu, aynca insanoğlunun ilahi olana karşı bir özlemi söz konusuydu ve toplum düzenini muhafaza etmek için genel ahlâk kurallan gerekliydi. Tanrı’ya, ölümden sonraki hayatın varlığına ve evrende adalete karşı olan özlemler gerçekte hiçbir temeli olmayan arzular ve dileklerdi. Tanrı’nın veya “Tanrılann” her nasılsa iyi eylemi ödüllendirmeleri ve kötülüğü cezalandırmalan fikri tüm insan topluluklarında ortaktı. Fakat insan topluluklan iyi eylemi ve kötülüğü çok farklı biçimlerde tanımladı. Aynca sıklıkla değişen Tanrı’ya da tanrılar mülahazaları vardı. Bunlann hepsi insanoğlunun cahilliğinden dolayı doğayla ya da gerçeklikle karıştırdığı kurgular ve insani adetlerdi.
Bu durumu hoş olmayan bir hakikat daha doğrusu çirkin bir hakikat olarak düşünüyordum. Fakat maalesef hakikat buydu: Kişisel anlamda Tanrı yok, ahiret yok, ruh yok, evrende temel adalet yok. Sadece biz vardık kendi kendimize.
İronik bir şekilde, felsefi nihilizme yoğunlaştığımda bana ve diğer birçok insana meçhul olan bilimin kendisi şaşırtıcı bir durum alıyordu. 1973’te Polonya’daki Uluslararası Astronomi Birligj'nin toplantısında fizikçi ve kozmolog olan Brandon Carter'm “antropik ilke” olarak adlandırdığı teori dikkat çekti. Batılı düşünürlerin daha yeni anlamaya başladıktan antropik ilke modem felsefi düşüncenin temeli olan “tesadüfi evren” anlayışını çürütüyordu.
Biz entelektüeller şöyle bir varsayımla hareket ediyorduk. Evrende ortaya çıkışımız tamamen madde çarpışmalarının ve iyonlara bağlı olan uzun evrim sürecinin rastlantısal ve tesadüfi sonuçlandır. Bu tablonun çıtaya çıkması o kadar da basit değildi. Birkaç yüzyıldan beri bilim adamlarının evrenin mahiyetini kavraması genişleyip derinleşti. Astronominin gözlemleriyle birleşmiş rölativite ve parçacık fiziğinin görüşlerini kullanan modem kozmologlar tüm evreni Big Bang’e bağlı kökenlerinden itibaren evrim modeliyle inşa etmede uzun bir yol kat etmişlerdi.
Carter’in maalesef teknik ve dolambaçlı şekilde gösterdiği gibi, hayatın, evrenin başlangıcından itibaren önceden tasarlanmış olması gerekirdi. Evren oluştuktan milyarlarca yıl sonra, hayatın ortaya çıkması için, ilk saniyenin bir milyarda birinden itibaren planın yapılmış olması gerekir. Hayatın ortaya çıkması ihtimali, en başından itibaren, her şeyin varlığının “en uygun" şekilde olmasına bağlıydı. Bu, elektromagnetizm ve yer çekimi gibi temel kuvvetlerin değerlerinden, farklı atom altı parçacıklara göreli kitleleri ve 1 saniyelik zamanda oluşacak nötrino çeşitlerinin sayısına, kadar birçok şeye bağlıdır. Doğadaki, temel değerler ve ilişkilerin tek birinde ufak bir değişiklik olsaydı, meskun olduğumuz evrenden çok daha farklı bir evren meydana gelecekti. Öyle ki güneşimiz gibi ve diğer yıldızlar gibi yıldızlara olmadığı bir evren. Kaza sonucu oluşmanın aksine, varlığının ilk anından itibaren tasarlanmış ve ince bir şekilde ayarlanmış evrenin amacı hayatı ortaya çıkarmaktı.
Seküler zihniyetli bilim adamlan, bu keşiften hoşnut olmamıştı. Çünkü öyle gözüküyordu ki kısa süre sonra, evrenin, hayat için “tasarlandlğl" iddia edilecekti. Gerçekten de bugün, tasarım önerisi çok güçlü gözükmektedir. Bu tür bir ima ile tatmin olmayan bilim adamları, çok sayıda karşı hipotezler ileri sürdüler. Örneğin bazı bilim adamları, kuramsal olarak bizim asla keşfedemeyeceğimiz milyarlarcaparalel evrenlerin olabileceğini düşündüler. Öyle ki bizimkisi bu evrenlerden sadece bir tanesiydi. Eğer milyarlarca görünmez evren olsaydı, bu durumda evrende hayatın ortaya çıkmasına neden olan bazı mucizevi tesadüflerin görünme ihtimali olmazdı. Günümüz kozmolojisinde “diğer” evrenlere (paralel evrenler, bebek evrenler, kabarcık evrenler) dair epeyce ilgi vardır. Fakat görünmeyen evrenlerin, tüm çekiciliğine rağmen, bir toplu iğnenin başında dans edebilen meleklerin sayısına dair ortaçağ ilahiyatçılarının yaptıklan spekülasyonlara özgü inandırıcı olmayan bir vasfı vardır.
Antropik ilke, bilim tarihinde önemli bir dönüm noktasıydı. Öyle ki ilk kez bilimsel bir keşif bizi, Tanrı’nın varlığı fikrinden uzaklaştırmaktan ziyade, ona doğru götürüyordu. Birdenbire, bilim adamlan evrenin zekâ ve amaç ürünü olduğu sonucunu verecek birtakım gerçeklerle karşılaştılar.
İki yıl sonra astronomi ve fizik alanlan dışında farklı bir keşif ortaya koyuldu. Psikiyatrist Raymond Moody, “Ölüm eşiği tecrübeleri” diye adlandırdığı durumu ve ölüm eşiğinde yani hayatla ölüm arasında git gel yaşamış insanlann görüşlerini anlattığı “Life After Life” isimli kitabını yayımladı. Ciddi kazaların kurbanları, kalp krizleri ya da diğer yakın ölüm krizlerini tecrübe eden kimseler ölüm ötesi bir bölge olarak adlandırdıkları halin detaylı tasvirlerini betimleyebildiler. Vücutlarından aynlışlanm ve ameliyat masasının üstündeki bir noktadan tıbbi hayata döndürme yöntemlerine tanıklık etmelerini tasvir ettiler.
Başlangıçta bilimsel topluluk bu tecrübeleri kontrol dışı halüsinasyon olarak düşünüp reddetti. Bugün bile çoğu bilim adamı -büyük kısmı bu alandaki detaylı araştırmalardan bihaber- böyle bir açıklamanın yeterli olacağını zannediyorlar. Fakat Moody’nin izinden giden egitimli araştırmacılann oluşturduğu küçük bir grup onun ilk bulgulannı teyit ettiler ve bazı araştırmacılar vücut dışı olarak adlandırılan tecrübelerin yani “otoskopik" idrakin sıkı sıkıya belgelenmiş örneklerinin var olduğunu öneren zorlayıcı kanıtı ortaya koydu. Bu olağanüstü durumu inceleyen araştırmacılann çoğu -genellikle tıp, psikoloji ve diğer bilimlerde eğitimli uzmanlardı ve çoğu araştırmaya şüpheci olarak başladı- bu deneyimlerin doğru olduğu sonucuna vardılar.
Eğer antropik ilke evrendeki düzenin -görünüşteki düzenin- yeniden keşfini temsil ediyorsa; ölüm eşiği araştırmalan da ruhun varlığına dair ilk sistematik kamu ortaya koyuyordu.
1970’ler entelektüel anlamda mayalanma dönemiydi ve akabinde diğer gelişmeler ortaya çıktı. En önemli dönüşümlerden birisi psikiyatri ve psikoloji alanında meydana gelmişti. Sigmund Freud’dan beri psikiyatri ve psikoloji ateizmin kalesiydi (Amerikan Psikoloji Demeği üyelerinin %1 kadan Tanrı’ya inancın bir biçimine dahil olduğunu söyledi. Bunun karşılığında ise Amerika nüfusunun %95’i de bir Üstün Varlığı kabul ettiğini belirtti.)Freud, dini inancı sadece bir “yanılsama" olaraknitelendirmekle kalmayıp onu aynı zamanda nevroz olarak da tanımladı. Sonuç itibariyle, dini inanç gelişim sürecindeki insanlığın kolekti akıl hastalığıydı. 1970’lerin başlannda bile dine bağlanma ile akıl sağlığı arasında güçlü bir ilişki olduğunu gösteren anlayış su üstüne çıkmaya başlamıştı. Birkaç akıl sağlığı uzmanı terapideki “manevi” anlam da düşünüp taşınma faktörünün gerekliliği üzerinde durmaya başladı. En seçkin psikiyatristlerden biri olan M. Scott Peck 1978’de yayınlandı. The Road Less Traveled; A New Psychology ofLove, Traditional Valu es, and Spiritual Growth, isimli kitabında bir terapiyi ele alışta hakiki bi devrim yaptı. Peck, dini inançlan ihmal eden ve kötüleyen psikiyatr metodunu eleştirdi ve akıl sağlığının, manevi inanç ve ahlâki tasavvurlardan ayrılamayacağını iddia etti. Peck’in kitabı The New York Times'ın en çok satanlar listesinde 10 yıl boyunca ilk sıralardaydı. 1980’lere gelindiğinde, artan sayıda fizikçi ve araştırmacı zihin-vücut bağlantısı şeklinde adlandınlan durumu ve dini ya da manevi teslimiyetle, fiziksel sağlık arasındaki açık ilişkiyi derinlemesine araştınyordu.
1990'lann başlanndan itibaren, ölüm eşiği tecrübelerine dair litera türü izlemeye başlayana kadar bu devrim niteliğindeki gelişmelerin farkında değildim. 1970’lerde Tanrı’nın varlığıyla alakalı delilleri dikkat bir şekilde gözden geçirdiğimden dolayı (o zamanlar ölüm eşiği araştırmaları ve antropik ilke bilinmemesine rağmen) entelektüel manzaranınne kadar radikal şekilde değişmiş olduğunun hemen farkına varabildim. 1970’lerin ortalannda, tartışmayı bir bütün olarak ele aldığımda ortaya çıkan sonuçla, bugünkü sonuç birbirinden oldukça farklıydı.
Ben, bugün herkesin, Tanrı’ya inanmaya ulaştıracak yolu aklen çıkarsayabileceğini iddia etmiyorum. Böyle bir iddia benim örneğimde bile doğru değildi. Fakat şöyle bir istisna vardı. Ölüm eşiği tecrübeleri hususunda bir kitabı elime alıp okumak beni hiç sıkmadığı zaman, hayatımda bir şeyler değişmiş demekti. Çünkü bu literatür neyin önemli ya da neyin doğru olduğu hususundaki ön yargılarımla örtülmüyordu. Gerçekten 1980’lerde bu tür bir tecrübeye dair bir makaleye rastladım. Onu okuyup şaşkınlığa uğradım. Fakat bir müddet sonra zihnimden attım. Çünkü o zamanlar hakikati bildiğimi düşünüyordum.
Azız Paul, imanın Tanrı'nın bir hediyesi olduğunu söyleri Benim tecrübem de bunu doğrular. Zihnimi, bu yeni kanının farkına varabilmesi için yeten kadar açmadan önce iki şeyin gerekli olduğuna inanıyordum. Birincisi bir karar vermenin gerekliliği, İkincisi ise kendimle yüzleşmemin gerekliliğiydi.
Ahlâki karar vermenin temeli olarak kabul ettiğim nihilizmi reddettim. Böyle bir karar vermem uzun yıllar almıştı. Fakat nihilistik bakış açısının var olan durum içerisinde sürdürülemeyeceğine tecrübî bulgu¬lar sonucu ulaşmıştım. Yıllarca 20. yy.'ın Alman Yahudisi göçmen filozof Leo Strauss’un öne sürdüğü, nihilizm problemine dair çözümü benimsemiştim. Çok titiz bir araştırmacı olan Strauss, klasik Yunan filozoflarının anlaşılması zor ateistlik terimlerini yeniden keşfetmiş ve bu terimlerin ezoterizm ve gizliliklerinin mantığını ortaya çıkarmıştı. Strauss Tanrı’nın ölümünü temel alan modern felsefenin sosyal ve siyasal yönden feci sonuçlarına tanıklık etmişti. Friedrick Nietzsche’nin, Hitler'in kontrolü altındaki Alman siyasetinin de teması olan "üstün-insan” -Nietzsche, bu düşüncesiyle barbarlığın ve zulmün soylu erdemlerini kutsuyordu- fikrini incelemişti.
Tanrı’nın olmadığım ve tüm değerlerin göreceli olduğunu keşfeden filozof bu görüşü bütün aynntılanyla halka ve umuma yaymak istemedi. Çünkü bu inanç, nezih bir toplum düzenini idame ettirmek için önemliydi. Bazı durumlarda filozof bile toplumsal düzenin üzerinde inşa edildiği saf inançlan ciddiye almalıydı. Hayatın amacı filozofun araştırma özgürlüğünü hatta gerekirse canını da korumaktı. “Soyluluk” anlayışından yoksun olan modern liberal demokrasi hem özgürlüğü hem de kararlı toplumsal düzeni temin etmişti. Strauss, özellikle diktatörlüğün ve komünizmin yaşayan biçimine muhalif liberal demokrasinin, ateistik ve aristokrat görüşlü, muhafazakar bir savunucusuydu, öğrencilerini de aynı şeyi yapmalan için teşvik etmişti. Ben siyasi bir gazeteci ve akabinde Reagan yönetiminde bir memur olarak uzun yıllar bu anlayışı kendime amaç edinmiştim. Böyle bir hayat tarzının en sık kullanılan deyimi onurdu. Fakat bu “yüzeysel” bir ahlâktı. Çünkü bugörüşte gizli bir ateizm vardı. Ve eğer Tanrı öldüyse bu durumda her şeye izin vardır.
Bu koşullar altında, bir kimsenin niyetleri genel olarak iyi olabilir. Fakat siz evrende hiçbir ahlâki düzenin olmadığım tasavvur etmeye başlarsanız, bu takdirde iyi davranışın -bilhassa özel yaşamdaki- saikleri maalesef çok zayıflar. Zaten kendini adamanın ya da derin kişisel teslimiyetin büyüklüğünü haklı çıkaranlar azınlıktadır. Gerçekten geçmişe bakıp görebildiğim kadanyla, sevgiyi en son haddine kadar hissetmek ya da açıklamak zordur. Bir kimse diğerlerini düşünse ve başkalarını düşünenlerle ilgilense bile son tahlilde kişi kendi bencil isteklerinin rehberliğinde kalmaya eğilimlidir. Nihilistin aleminde fedakarlığı ortaya çıkaracak ne vardır? Çünkü bir kimsenin fedakarlık yapmaksızın başka insanlarla ilgilenmesi çok zordur. 1990’lann başlanndaki durumum böyleydi.
Çok fazla bakıma ihtiyacı olan bir evliliğim vardı. Evliliğim entelektüel ve siyasal projelerime ödün vermez bağlılığımdan dolayı incinmişti. Dostça birbirimizi kırmadan karımla boşanmanın yollannı aradım. Fakat ilk eşimde ve bende bu boşanmanın çok acı sonuçlan hâlâ gözükür.
1990’lann başlannda kendisiyle soğuk savaş içerisinde olan ve ar-kasında bir evlilik bırakmış birisi olarak şöyle bir karar aldım. Geçmişte yapmış olduğum her şey istinasız onurlu bir hayat sürmek içindi. Onurlu olmak Tanrı’ya ya da ahirete inanmak değildi. Ben de zaten inançlı değildim, öyle ki onurlu olmayı sadece psikolojik bir gereklilik ve sağlam bir kişiliğin olmazsa olmaz koşulu olarak görüyordum.
Birinci basamak olan nihilizmin reddi, beni ikinci basamağa yani ilah'ı yansımayı ortaya çıkaracak kadar derin bir sevgiyle karşılaşmaya hazırlıyordu. Bu karardan kısa süre sonra Gabriel’le tanıştım. Önceleri birisi Tanrı'yı düşünmeksizin aşık olmak zordur demişti. İşte benimki böyle bir tecrübeydi. Bizimkisi iki yıl sonra evliliği netice verecek olan harikulade bir aşktı. Fakat şu romantik hisler beni daha derin olan bir şeye yöneltti. Buber’in muhatapla her samimi karşılaşmanın Tanrı’nın muhataplığna yönlendireceğine dair fikrini çok sonraları okumuştum.
Sebeplerini güçlükle anlamama rağmen şükran gününde kısa dualar etmeye başlamıştım.Düşüncelerimi değiştirmemiştim. Gabriel, inançlıydı. Onunla siyaset, psikoloji, dış politika ve diğer birçok konunun yanı sıra uzun uzadıya Tanrı meselesini de tartıştık. Elde etmek için çok sıkı çalıştığım felsefi duruştan kımıldamak için hazır değildim. Fakat tavırlanm şaşılacak şekilde felsefi çerçeveyi geride bırakıyordu. Başıma gelen şey, zihnimin yeteri kadar netleşmesiydi. Öyle ki Gabriel’le beraber geçirdiğimiz ikinci yaz içinde tesadüfen, Crown Books’dan çıkmış ölümden sonraki hayata dair bir kitap gördüm. Aldım ve okudum. Başlangıçta ilgi çekici, sonraları ise aydınlatıcı olan bu kitap sayesinde dehşet içindehata yapmış olduğumun farkına vardım. Evet her konuda 20 yıldan daha fazladır hata yapmıştım.
Çok geçmeden kendi metodumla fiilen ölüm eşiği tecrübelere dair literatürü; Raymond Moody, Elisabeth Kübler-Ross ve Melvin Morse gibi araştırmacılann kitaplarını incelemeye başladım. Nihayet Maryland’deki Bethesda Milli Tıp Kütüphanesi'nde birkaç hafta geçirdim ve ölüm eşiği araştırmalannın daha çok teknik yönlerinin incelendiği ve müzakere edildiği bilimsel dergileri mütalaa ettim, ölüm eşiği tecrübelerini bir çeşit halüsinasyona atfeden iddialan ve sonra sırasıyla bu teorileri çürüten analizleri inceledim. Bence bütün deliller etkin şekilde şüpheci olmayanlardan yanaydı. Daha sonra fiziki bilimlere yöneldim ve bana 20 ya da 30 yıl içerisinde öğretilmiş modem eğitimin muhtevası olan tesadüfi ve materyalist evren anlayışının etkili bir şekilde çürütüldüğü ya da tamamen yeni bir görüşle karşısına çıkıldığım keşfettim. Kozmolojideki, antropik ilke ve bilimin keşfettiği fakat yeteri kadar açıklayamadığı evrenin derin yeni sırlanm öğrendim. Biz gururlu entelektüellerin ateizmimizin ve büyük arzulanmızın temelindeki eski materyalist paradigmanın, tesadüfi ve mekanik evren anlayışının, dikiş yerinden sökülüyor olduğu belliydi.Araştırmamı psikoloji ve tıp alanına doğru genişlettim. Ve bu alanlarda da aynı doğrultudaki gelişmelerin var olduğunu gördüm.
Süratle içinde yaşadığım ve hakkında düşündüğüm evrenden tamamen farklı bir evren tablosu ortaya çıktı. Zamanla fark ettim ki felsefi ateizmi seçtiğim 20 yıl içinde yalnızca derin şüpheleri yok etmekle kalmayan, aynı zamanda mantıklı bir perspektiften etkili bir şekilde benim ateizm görüşümü çürüten geniş ve sistemli bir literatür oluşmuştu.
Bu durum, yalnızca entelektüel bir idrak değildi. Hayatın temelleri hususunda yaptığım büyük hatalanmın keşfi, kabul etmek gerekirse beni bir parça psikolojik bunalıma sokmuştu. Okuma, tefekkür, muhakeme ve dua hayli zaman almıştı. Fakat bu süreç içerisinde sezgiler ve hatta küçük mucizeler nevinden ruhi deneyimler de bana eşlik etti.
Aklın bir kimseyi Tanrı’ya imana götürebildiğini iddia etmeyeceğimi söylemiştim. Fakat benim demek istediğim şey şu; akıl artık önceden olduğu gibi tek başına ayakta duramaz. Geçmiş 20 yıllık araştırmalar. Tanrı konusuyla ilgili modern seküler ve ateist ilk nesil düşünürlerin önemli varsayımlannın ve öngörülerinin tamamını altüst etmiştir.
1935’de dinin aleyhine bilimi öven Bertnard Russell şöyle diyordu. “Aklın bilimsel tabiatı; ihtiyatlı, tecrübî ve parçalan biraya getirici niteliktedir. Bilimin kendi doktirinlerine ulaşma metodu her yönüyle- farklıdır.” Ve Russell aynca şunlan da ekliyordu. “Ortaçağ teolojisinden farklı olarak, bilim büyük varsayımlardan değil de, gözlem yahut deney sonucu keşfedilmiş belirli gerçeklere bağlı olarak harekete geçer.”
Dostum iyi güzel de artık roller değişti.