top of page

Bir Ateistin OluÅŸumu ve Parçalanışı

Amerikalı bir bilim adamı olan Patrick Glyn’inKanıt (Gelenek: 2004) adlı kitabının giriÅŸ bölümünden kısaltılarak alınmıştır. Yazar kendi tercihlerinin oluÅŸumunu ve deÄŸiÅŸimini samimi bir ÅŸekilde paylaşıyor.

İnancımızın sanıldığı gibi tamamen özgür seçimlerimiz ile ÅŸekillenmediÄŸi, içinde yaÅŸadığımız kültürel ortamın seçimlerimizde önemli bir role sahip olduÄŸuna güzel bir örnek olarak deÄŸerlendirdiÄŸimiz için yayınlamaya deÄŸer bulduk.
 

Felsefi bir ateist ya da agnostik olarak geçirdiÄŸim birçok seneden sonra, gerçekten bir Tanrı’nın, ruhun ve ölümden sonra bir yaÅŸamın olduÄŸunu fark ettim. Elbette bunlar çoÄŸu insan için tanıdıktı. Bir ankete göre, Amerikalılann %70'inden fazlası bu inançlan paylaşır gözükmektedir. 

(Farklı Gallup araÅŸtırmalanna göre, Amerikalıların %94’ü Tann’ya inanır ve %90’ı ise dua eder, %71’i ise ahirete inandığım söylerken, %16’sı inanmadığını belirtir.)

Fakat bana göre, benim gibi birçok kimse için ve belki sizden biriniz için de doÄŸru olabileceÄŸini düÅŸündüÄŸümden, bu farkına varışım önemli bir konuydu, hem de çok önemli.

​

Amerikalılann büyük çoÄŸunluÄŸunun inançlı olduÄŸu gerçeÄŸine raÄŸmen, entelektüel kültürümüze ÅŸüphecilik hakim olmuÅŸtur, örneÄŸin, 1970’li yıllarda Harvard’da lisans ve yüksek lisans çalışmalan yaptığım sıralarda, geleneksel dini inançlar geçmiÅŸte kalmış, bilim tarafından çürütülmüÅŸ, modem görüÅŸle birbirine zıt ÅŸeylermiÅŸ gibi kabul edilirdi. Elbette profesörlerimiz arasında inançlı olanlan vardı. Fakat kültür, agnostikti. Dini inanç ve pratikleri, entelektüel tutarsızlığın, duygusal zayıflığın ya da kültürel donanımdan yoksunluÄŸun belirtileri olarak deÄŸerlendirmek gibi benim de paylaÅŸtığım bir temayül vardı.

​

Aslında geçtiÄŸimiz yirmi yılı aÅŸkın süre içinde, uzun zamandır egemen olan modem seküler dünya görüÅŸünün temellerini parçalayan birtakım önemli deliller ortaya çıkmıştı… Bu konudaki yeni keÅŸiflerin oldukça geç, yani yoÄŸun felsefi çalışma temeline baÄŸlı olarak, kiÅŸisel anlamda Tanrı’nın olmadığına, ölüm sonrası bir hayatın ve ruhun yokluÄŸuna karar verdikten uzun bir süre sonra, farkına vardım. Erken yaÅŸta ÅŸüpheciliÄŸi benimsedim, Darwin’in evrim teorisini Katolik ilkokulunda ilk öÄŸrendiÄŸim zaman ya Darwin teorisinin ya da “Genesis” kitabındaki yaratılış kıssasının doÄŸru olması gerektiÄŸi hemen aklıma geldi. Her ikisi aynı anda doÄŸru olamazdı ve sınıfta kalkıp bunu zavallı rahibeye söyledim.

​

Böylece git gide seküler ve rasyonalist bir hayat anlayışına doÄŸru, çocukluÄŸumda izi olan samimi dini inanç ve uygulamadan uzaklara doÄŸru uzun seyahatim baÅŸlamış oldu. Bu seyahatte yalnız deÄŸildim.

Amerikan kültürü seküler bir evreye giriyordu. İkinci Vatikan konsülü Katolik kilisenin moderniteye karşı büyük atılımı, samimi Katolikleri, inançlan hususunda bir çok soru ile baÅŸ baÅŸa bırakmıştı. Bu dönemde, tecübî bilgiler yaygındı ve dindar entelektüeller, zihnen git gide seküler konularla ve daha geniÅŸ kültürün eÄŸilimleriyle meÅŸgul oluyorlardı. 1965’de ilahiyatçı Harvey Cox, kiliselerin seküler sosyal bilime dayanan yeni bir sosyal deÄŸiÅŸim modelini benimseyerek müteal ve ruha dair tüm fikirleri tamamen terk etmesi gerektiÄŸini iddia eden muazzam derecede etkileyici bir kitabı “ The Secular City” (Seküler Åžehir) ’i neÅŸretti. Ertesi yıl çaÄŸdaÅŸ teolojinin durumunu inceleyen Time dergisi, kapağında ÅŸu soruyu soruyordu: “Is God Dead?” (Tanrı Öldü mü?).

​

1969 yılında Harvard’a devam etmek için Cizvit lisesinden ayrıldığımda Tanrı’nın ölümünün yahut ortadan kayboluÅŸunun tamamen kabul edildiÄŸi bir çevreye girdim. O günler “yeni sol”un yükseliÅŸinin ve Vietnam karşıtı protestoların dönemiydi. Ders müfredatında ateist Kari Marx’ın yazılan hâkimdi. Kari Marx’ın yazıları, genç profesörlerin kutsal kitaba gösterecekleri saygınlığa sahipti. Politik ve Marksist eÄŸilimlerden büyük oranda bağımsız olan İngilizce bölümünün müfredatında seküler konular yoÄŸunluk kazanmıştı. Harvard'ın İngilizce bölümü, entelektüel tarihe, Yaleli edebiyatçı ve ilim adamı Hillis Miler’in "Tanrı’nın ortadan kaybolması” diye adlandırdığı Batı'nın entelektüel tarihinin serüvenine ve Batı’nın romancılan, ÅŸairleri ve büyük düÅŸünürleri tarafından yaÅŸanan tedrici iman kaybına yoÄŸunlaşıyordu.

​

Din karşıtı profesörlerimizin sayısı çok deÄŸildi. Fakat İngilizce bölümünde, Hıristiyanlığın kaybolduÄŸu üzüntülü bir ÅŸekilde belirtilmiÅŸti. Modem dönemde dini inancın rasyonel insan için mümkün olmayacağı ve dini inanan ancak insanın inanmasının imkan dahilinde olduÄŸu önceki çaÄŸlardaki gibi belli bir melankoli ve nostalji sonucu ortaya çıktığı varsayılıyordu.

​

Bu tarz görüÅŸler, entelektüel dünyanın, modern bilim dini dünya görüÅŸünün tüm rasyonel temellerini yıkmıştır ÅŸeklindeki düÅŸüncesini yansıtıyordu. “Biz modernler” iki muazzam bilimsel devrimin kahramanlarıydık: Kopernik ve Danwin devrimleri. Kopernik, kutsal kitabın aksine insanlığın hiçbir ÅŸekilde evrenin merkezinde olmadığını gösterdi. Dünya sadece güneÅŸin etrafında dönen gezegendi. Modem astronominin tedrici olarak keÅŸfettiÄŸi üzere, güneÅŸ birbirinden milyarlarca ışık yılı uzaklıkta bulunan milyarlarca yıldızdan sadece bir tanesiydi. Üstelik Danwin hayatın kökenini açıklamak için Tanrı düÅŸüncesine gerek olmadığını kanıtlamıştı. Hayat ve insan türünün kendisi esasen iyonlara baÄŸlı olarak iÅŸ gören tesadüfi mekanizmalann sonucuydu. Genesis kitabında ifade edilen yaratılış kıssası yalnızca atalanmızın cehaletini ve saflığını yansıtmaktaydı. Onlar, Tanrı fikrini hayatta kalmanın zorluÄŸuna dayanabilmek için bir nevi savunma mekanizması olarak icat ettiler. İnsanlık Tanrı’nın yaratması deÄŸildi. Öyle ki biz, ateist filozof ve matematikçi Bertrand Russell’m ifade ettiÄŸi gibi durgun suda meydana gelmiÅŸ garip bir kaza eseriydik, o zamanlarda bu açıklama “tesadüfi evren" fikrinin anlaşılmaz bir uzantısıydı.

​

Harvard’dan mezun olduÄŸumda, bu modem ve seküler bakış açısını bütünüyle özümsemiÅŸtim. Samimi bir agnostiktim. Tanrı’nın varlığını imkânsız olarak düÅŸünüyordum, fakat net bir ÅŸekilde anlayamamıştım. Cambridge Üniversitesi'nde bir yıl geçirdikten sonra Batı felsefesinin derinliklerine dalmak için Harvard'da doktoraya baÅŸladım. 1970’lerin sonunda doktoramı aldığımda tam bir ateistim.

​

Ateizmi benimsemek mutluluk getirmedi. Agnostik olmama raÄŸmen yanlışlığım ispatlanabilir ümidindeydim. Batı felsefesinin, antikten modern zamanlara kadar tüm geleneÄŸinin öz itibariyle dini dünya görüÅŸünün -ya da Tanrı fikrinin- yalanlanması olduÄŸunu anladığım gün hoÅŸ bir gün deÄŸildi. Fakat bu sonuç kaçınılmazdı. Aklın hakikate giden tek yol olduÄŸunu düÅŸünüyordum. Akıl ÅŸu ÅŸekilde anlıyordu: EÅŸyanın mahiyeti muhakeme edilebildiÄŸinden tutarlı ve anlaşılırdı, dolayısıyla bilim imkânı doÄŸmuÅŸtu, aynca insanoÄŸlunun ilahi olana karşı bir özlemi söz konusuydu ve toplum düzenini muhafaza etmek için genel ahlâk kurallan gerekliydi. Tanrı’ya, ölümden sonraki hayatın varlığına ve evrende adalete karşı olan özlemler gerçekte hiçbir temeli olmayan arzular ve dileklerdi. Tanrı’nın veya “Tanrılann” her nasılsa iyi eylemi ödüllendirmeleri ve kötülüÄŸü cezalandırmalan fikri tüm insan topluluklarında ortaktı. Fakat insan topluluklan iyi eylemi ve kötülüÄŸü çok farklı biçimlerde tanımladı. Aynca sıklıkla deÄŸiÅŸen Tanrı’ya da tanrılar mülahazaları vardı. Bunlann hepsi insanoÄŸlunun cahilliÄŸinden dolayı doÄŸayla ya da gerçeklikle karıştırdığı kurgular ve insani adetlerdi.

​

Bu durumu hoÅŸ olmayan bir hakikat daha doÄŸrusu çirkin bir hakikat olarak düÅŸünüyordum. Fakat maalesef hakikat buydu: KiÅŸisel anlamda Tanrı yok, ahiret yok, ruh yok, evrende temel adalet yok. Sadece biz vardık kendi kendimize.

​

İronik bir ÅŸekilde, felsefi nihilizme yoÄŸunlaÅŸtığımda bana ve diÄŸer birçok insana meçhul olan bilimin kendisi ÅŸaşırtıcı bir durum alıyordu. 1973’te Polonya’daki Uluslararası Astronomi Birligj'nin toplantısında fizikçi ve kozmolog olan Brandon Carter'm “antropik ilke” olarak adlandırdığı teori dikkat çekti. Batılı düÅŸünürlerin daha yeni anlamaya baÅŸladıktan antropik ilke modem felsefi düÅŸüncenin temeli olan “tesadüfi evren” anlayışını çürütüyordu.

​

Biz entelektüeller ÅŸöyle bir varsayımla hareket ediyorduk. Evrende ortaya çıkışımız tamamen madde çarpışmalarının ve iyonlara baÄŸlı olan uzun evrim sürecinin rastlantısal ve tesadüfi sonuçlandır. Bu tablonun çıtaya çıkması o kadar da basit deÄŸildi. Birkaç yüzyıldan beri bilim adamlarının evrenin mahiyetini kavraması geniÅŸleyip derinleÅŸti. Astronominin gözlemleriyle birleÅŸmiÅŸ rölativite ve parçacık fiziÄŸinin görüÅŸlerini kullanan modem kozmologlar tüm evreni Big Bang’e baÄŸlı kökenlerinden itibaren evrim modeliyle inÅŸa etmede uzun bir yol kat etmiÅŸlerdi.

​

Carter’in maalesef teknik ve dolambaçlı ÅŸekilde gösterdiÄŸi gibi, hayatın, evrenin baÅŸlangıcından itibaren önceden tasarlanmış olması gerekirdi. Evren oluÅŸtuktan milyarlarca yıl sonra, hayatın ortaya çıkması için, ilk saniyenin bir milyarda birinden itibaren planın yapılmış olması gerekir. Hayatın ortaya çıkması ihtimali, en başından itibaren, her ÅŸeyin varlığının “en uygun" ÅŸekilde olmasına baÄŸlıydı. Bu, elektromagnetizm ve yer çekimi gibi temel kuvvetlerin deÄŸerlerinden, farklı atom altı parçacıklara göreli kitleleri ve 1 saniyelik zamanda oluÅŸacak nötrino çeÅŸitlerinin sayısına, kadar birçok ÅŸeye baÄŸlıdır. DoÄŸadaki, temel deÄŸerler ve iliÅŸkilerin tek birinde ufak bir deÄŸiÅŸiklik olsaydı, meskun olduÄŸumuz evrenden çok daha farklı bir evren meydana gelecekti. Öyle ki güneÅŸimiz gibi ve diÄŸer yıldızlar gibi yıldızlara olmadığı bir evren. Kaza sonucu oluÅŸmanın aksine, varlığının ilk anından itibaren tasarlanmış ve ince bir ÅŸekilde ayarlanmış evrenin amacı hayatı ortaya çıkarmaktı.

Seküler zihniyetli bilim adamlan, bu keÅŸiften hoÅŸnut olmamıştı. Çünkü öyle gözüküyordu ki kısa süre sonra, evrenin, hayat için “tasarlandlÄŸl" iddia edilecekti. Gerçekten de bugün, tasarım önerisi çok güçlü gözükmektedir. Bu tür bir ima ile tatmin olmayan bilim adamları, çok sayıda karşı hipotezler ileri sürdüler. ÖrneÄŸin bazı bilim adamları, kuramsal olarak bizim asla keÅŸfedemeyeceÄŸimiz milyarlarcaparalel evrenlerin olabileceÄŸini düÅŸündüler. Öyle ki bizimkisi bu evrenlerden sadece bir tanesiydi. EÄŸer milyarlarca görünmez evren olsaydı, bu durumda evrende hayatın ortaya çıkmasına neden olan bazı mucizevi tesadüflerin görünme ihtimali olmazdı. Günümüz kozmolojisinde “diÄŸer” evrenlere (paralel evrenler, bebek evrenler, kabarcık evrenler) dair epeyce ilgi vardır. Fakat görünmeyen evrenlerin, tüm çekiciliÄŸine raÄŸmen, bir toplu iÄŸnenin başında dans edebilen meleklerin sayısına dair ortaçaÄŸ ilahiyatçılarının yaptıklan spekülasyonlara özgü inandırıcı olmayan bir vasfı vardır.

​

Antropik ilke, bilim tarihinde önemli bir dönüm noktasıydı. Öyle ki ilk kez bilimsel bir keÅŸif bizi, Tanrı’nın varlığı fikrinden uzaklaÅŸtırmaktan ziyade, ona doÄŸru götürüyordu. Birdenbire, bilim adamlan evrenin zekâ ve amaç ürünü olduÄŸu sonucunu verecek birtakım gerçeklerle karşılaÅŸtılar.

İki yıl sonra astronomi ve fizik alanlan dışında farklı bir keÅŸif ortaya koyuldu. Psikiyatrist Raymond Moody, “Ölüm eÅŸiÄŸi tecrübeleri” diye adlandırdığı durumu ve ölüm eÅŸiÄŸinde yani hayatla ölüm arasında git gel yaÅŸamış insanlann görüÅŸlerini anlattığı “Life After Life” isimli kitabını yayımladı. Ciddi kazaların kurbanları, kalp krizleri ya da diÄŸer yakın ölüm krizlerini tecrübe eden kimseler ölüm ötesi bir bölge olarak adlandırdıkları halin detaylı tasvirlerini betimleyebildiler. Vücutlarından aynlışlanm ve ameliyat masasının üstündeki bir noktadan tıbbi hayata döndürme yöntemlerine tanıklık etmelerini tasvir ettiler.

​

BaÅŸlangıçta bilimsel topluluk bu tecrübeleri kontrol dışı halüsinasyon olarak düÅŸünüp reddetti. Bugün bile çoÄŸu bilim adamı -büyük kısmı bu alandaki detaylı araÅŸtırmalardan bihaber- böyle bir açıklamanın yeterli olacağını zannediyorlar. Fakat Moody’nin izinden giden egitimli araÅŸtırmacılann oluÅŸturduÄŸu küçük bir grup onun ilk bulgulannı teyit ettiler ve bazı araÅŸtırmacılar vücut dışı olarak adlandırılan tecrübelerin yani “otoskopik" idrakin sıkı sıkıya belgelenmiÅŸ örneklerinin var olduÄŸunu öneren zorlayıcı kanıtı ortaya koydu. Bu olaÄŸanüstü durumu inceleyen araÅŸtırmacılann çoÄŸu -genellikle tıp, psikoloji ve diÄŸer bilimlerde eÄŸitimli uzmanlardı ve çoÄŸu araÅŸtırmaya ÅŸüpheci olarak baÅŸladı- bu deneyimlerin doÄŸru olduÄŸu sonucuna vardılar.

​

EÄŸer antropik ilke evrendeki düzenin -görünüÅŸteki düzenin- yeniden keÅŸfini temsil ediyorsa; ölüm eÅŸiÄŸi araÅŸtırmalan da ruhun varlığına dair ilk sistematik kamu ortaya koyuyordu.

​

1970’ler entelektüel anlamda mayalanma dönemiydi ve akabinde diÄŸer geliÅŸmeler ortaya çıktı. En önemli dönüÅŸümlerden birisi psikiyatri ve psikoloji alanında meydana gelmiÅŸti. Sigmund Freud’dan beri psikiyatri ve psikoloji ateizmin kalesiydi (Amerikan Psikoloji DemeÄŸi üyelerinin %1 kadan Tanrı’ya inancın bir biçimine dahil olduÄŸunu söyledi. Bunun karşılığında ise Amerika nüfusunun %95’i de bir Üstün Varlığı kabul ettiÄŸini belirtti.)Freud, dini inancı sadece bir “yanılsama" olaraknitelendirmekle kalmayıp onu aynı zamanda nevroz olarak da tanımladı. Sonuç itibariyle, dini inanç geliÅŸim sürecindeki insanlığın kolekti akıl hastalığıydı. 1970’lerin baÅŸlannda bile dine baÄŸlanma ile akıl saÄŸlığı arasında güçlü bir iliÅŸki olduÄŸunu gösteren anlayış su üstüne çıkmaya baÅŸlamıştı. Birkaç akıl saÄŸlığı uzmanı terapideki “manevi” anlam da düÅŸünüp taşınma faktörünün gerekliliÄŸi üzerinde durmaya baÅŸladı. En seçkin psikiyatristlerden biri olan M. Scott Peck 1978’de yayınlandı. The Road Less Traveled; A New Psychology ofLove, Traditional Valu es, and Spiritual Growth, isimli kitabında bir terapiyi ele alışta hakiki bi devrim yaptı. Peck, dini inançlan ihmal eden ve kötüleyen psikiyatr metodunu eleÅŸtirdi ve akıl saÄŸlığının, manevi inanç ve ahlâki tasavvurlardan ayrılamayacağını iddia etti. Peck’in kitabı The New York Times'ın en çok satanlar listesinde 10 yıl boyunca ilk sıralardaydı. 1980’lere gelindiÄŸinde, artan sayıda fizikçi ve araÅŸtırmacı zihin-vücut baÄŸlantısı ÅŸeklinde adlandınlan durumu ve dini ya da manevi teslimiyetle, fiziksel saÄŸlık arasındaki açık iliÅŸkiyi derinlemesine araÅŸtınyordu.

​

1990'lann baÅŸlanndan itibaren, ölüm eÅŸiÄŸi tecrübelerine dair litera türü izlemeye baÅŸlayana kadar bu devrim niteliÄŸindeki geliÅŸmelerin farkında deÄŸildim. 1970’lerde Tanrı’nın varlığıyla alakalı delilleri dikkat bir ÅŸekilde gözden geçirdiÄŸimden dolayı (o zamanlar ölüm eÅŸiÄŸi araÅŸtırmaları ve antropik ilke bilinmemesine raÄŸmen) entelektüel manzaranınne kadar radikal ÅŸekilde deÄŸiÅŸmiÅŸ olduÄŸunun hemen farkına varabildim. 1970’lerin ortalannda, tartışmayı bir bütün olarak ele aldığımda ortaya çıkan sonuçla, bugünkü sonuç birbirinden oldukça farklıydı.

​

Ben, bugün herkesin, Tanrı’ya inanmaya ulaÅŸtıracak yolu aklen çıkarsayabileceÄŸini iddia etmiyorum. Böyle bir iddia benim örneÄŸimde bile doÄŸru deÄŸildi. Fakat ÅŸöyle bir istisna vardı. Ölüm eÅŸiÄŸi tecrübeleri hususunda bir kitabı elime alıp okumak beni hiç sıkmadığı zaman, hayatımda bir ÅŸeyler deÄŸiÅŸmiÅŸ demekti. Çünkü bu literatür neyin önemli ya da neyin doÄŸru olduÄŸu hususundaki ön yargılarımla örtülmüyordu. Gerçekten 1980’lerde bu tür bir tecrübeye dair bir makaleye rastladım. Onu okuyup ÅŸaÅŸkınlığa uÄŸradım. Fakat bir müddet sonra zihnimden attım. Çünkü o zamanlar hakikati bildiÄŸimi düÅŸünüyordum.

​

Azız Paul, imanın Tanrı'nın bir hediyesi olduÄŸunu söyleri Benim tecrübem de bunu doÄŸrular. Zihnimi, bu yeni kanının farkına varabilmesi için yeten kadar açmadan önce iki ÅŸeyin gerekli olduÄŸuna inanıyordum. Birincisi bir karar vermenin gerekliliÄŸi, İkincisi ise kendimle yüzleÅŸmemin gerekliliÄŸiydi.

Ahlâki karar vermenin temeli olarak kabul ettiÄŸim nihilizmi reddettim. Böyle bir karar vermem uzun yıllar almıştı. Fakat nihilistik bakış açısının var olan durum içerisinde sürdürülemeyeceÄŸine tecrübî bulgu¬lar sonucu ulaÅŸmıştım. Yıllarca 20. yy.'ın Alman Yahudisi göçmen filozof Leo Strauss’un öne sürdüÄŸü, nihilizm problemine dair çözümü benimsemiÅŸtim. Çok titiz bir araÅŸtırmacı olan Strauss, klasik Yunan filozoflarının anlaşılması zor ateistlik terimlerini yeniden keÅŸfetmiÅŸ ve bu terimlerin ezoterizm ve gizliliklerinin mantığını ortaya çıkarmıştı. Strauss Tanrı’nın ölümünü temel alan modern felsefenin sosyal ve siyasal yönden feci sonuçlarına tanıklık etmiÅŸti. Friedrick Nietzsche’nin, Hitler'in kontrolü altındaki Alman siyasetinin de teması olan "üstün-insan” -Nietzsche, bu düÅŸüncesiyle barbarlığın ve zulmün soylu erdemlerini kutsuyordu- fikrini incelemiÅŸti.

​

Tanrı’nın olmadığım ve tüm deÄŸerlerin göreceli olduÄŸunu keÅŸfeden filozof bu görüÅŸü bütün aynntılanyla halka ve umuma yaymak istemedi. Çünkü bu inanç, nezih bir toplum düzenini idame ettirmek için önemliydi. Bazı durumlarda filozof bile toplumsal düzenin üzerinde inÅŸa edildiÄŸi saf inançlan ciddiye almalıydı. Hayatın amacı filozofun araÅŸtırma özgürlüÄŸünü hatta gerekirse canını da korumaktı. “Soyluluk” anlayışından yoksun olan modern liberal demokrasi hem özgürlüÄŸü hem de kararlı toplumsal düzeni temin etmiÅŸti. Strauss, özellikle diktatörlüÄŸün ve komünizmin yaÅŸayan biçimine muhalif liberal demokrasinin, ateistik ve aristokrat görüÅŸlü, muhafazakar bir savunucusuydu, öÄŸrencilerini de aynı ÅŸeyi yapmalan için teÅŸvik etmiÅŸti.  Ben siyasi bir gazeteci ve akabinde Reagan yönetiminde bir memur olarak uzun yıllar bu anlayışı kendime amaç edinmiÅŸtim. Böyle bir hayat tarzının en sık kullanılan deyimi onurdu. Fakat bu “yüzeysel” bir ahlâktı. Çünkü bugörüÅŸte gizli bir ateizm vardı. Ve eÄŸer Tanrı öldüyse bu durumda her ÅŸeye izin vardır.

Bu koÅŸullar altında, bir kimsenin niyetleri genel olarak iyi olabilir. Fakat siz evrende hiçbir ahlâki düzenin olmadığım tasavvur etmeye baÅŸlarsanız, bu takdirde iyi davranışın -bilhassa özel yaÅŸamdaki- saikleri maalesef çok zayıflar. Zaten kendini adamanın ya da derin kiÅŸisel teslimiyetin büyüklüÄŸünü haklı çıkaranlar azınlıktadır. Gerçekten geçmiÅŸe bakıp görebildiÄŸim kadanyla, sevgiyi en son haddine kadar hissetmek ya da açıklamak zordur. Bir kimse diÄŸerlerini düÅŸünse ve baÅŸkalarını düÅŸünenlerle ilgilense bile son tahlilde kiÅŸi kendi bencil isteklerinin rehberliÄŸinde kalmaya eÄŸilimlidir. Nihilistin aleminde fedakarlığı ortaya çıkaracak ne vardır? Çünkü bir kimsenin fedakarlık yapmaksızın baÅŸka insanlarla ilgilenmesi çok zordur. 1990’lann baÅŸlanndaki durumum böyleydi.

​

Çok fazla bakıma ihtiyacı olan bir evliliÄŸim vardı. EvliliÄŸim entelektüel ve siyasal projelerime ödün vermez baÄŸlılığımdan dolayı incinmiÅŸti. Dostça birbirimizi kırmadan karımla boÅŸanmanın yollannı aradım. Fakat ilk eÅŸimde ve bende bu boÅŸanmanın çok acı sonuçlan hâlâ gözükür.

1990’lann baÅŸlannda kendisiyle soÄŸuk savaÅŸ içerisinde olan ve ar-kasında bir evlilik bırakmış birisi olarak ÅŸöyle bir karar aldım. GeçmiÅŸte yapmış olduÄŸum her ÅŸey istinasız onurlu bir hayat sürmek içindi. Onurlu olmak Tanrı’ya ya da ahirete inanmak deÄŸildi. Ben de zaten inançlı deÄŸildim, öyle ki onurlu olmayı sadece psikolojik bir gereklilik ve saÄŸlam bir kiÅŸiliÄŸin olmazsa olmaz koÅŸulu olarak görüyordum.

​

Birinci basamak olan nihilizmin reddi, beni ikinci basamaÄŸa yani ilah'ı yansımayı ortaya çıkaracak kadar derin bir sevgiyle karşılaÅŸmaya hazırlıyordu. Bu karardan kısa süre sonra Gabriel’le tanıştım. Önceleri birisi Tanrı'yı düÅŸünmeksizin aşık olmak zordur demiÅŸti. İşte benimki böyle bir tecrübeydi. Bizimkisi iki yıl sonra evliliÄŸi netice verecek olan harikulade bir aÅŸktı. Fakat ÅŸu romantik hisler beni daha derin olan bir ÅŸeye yöneltti. Buber’in muhatapla her samimi karşılaÅŸmanın Tanrı’nın muhataplığna yönlendireceÄŸine dair fikrini çok sonraları okumuÅŸtum.

​

Sebeplerini güçlükle anlamama raÄŸmen ÅŸükran gününde kısa dualar etmeye baÅŸlamıştım.DüÅŸüncelerimi deÄŸiÅŸtirmemiÅŸtim. Gabriel, inançlıydı. Onunla siyaset, psikoloji, dış politika ve diÄŸer birçok konunun yanı sıra uzun uzadıya Tanrı meselesini de tartıştık. Elde etmek için çok sıkı çalıştığım felsefi duruÅŸtan kımıldamak için hazır deÄŸildim. Fakat tavırlanm ÅŸaşılacak ÅŸekilde felsefi çerçeveyi geride bırakıyordu. Başıma gelen ÅŸey, zihnimin yeteri kadar netleÅŸmesiydi. Öyle ki Gabriel’le beraber geçirdiÄŸimiz ikinci yaz içinde tesadüfen, Crown Books’dan çıkmış ölümden sonraki hayata dair bir kitap gördüm. Aldım ve okudum. BaÅŸlangıçta ilgi çekici, sonraları ise aydınlatıcı olan bu kitap sayesinde dehÅŸet içindehata yapmış olduÄŸumun farkına vardım. Evet her konuda 20 yıldan daha fazladır hata yapmıştım.

​

Çok geçmeden kendi metodumla fiilen ölüm eÅŸiÄŸi tecrübelere dair literatürü; Raymond Moody, Elisabeth Kübler-Ross ve Melvin Morse gibi araÅŸtırmacılann kitaplarını incelemeye baÅŸladım. Nihayet Maryland’deki Bethesda Milli Tıp Kütüphanesi'nde birkaç hafta geçirdim ve ölüm eÅŸiÄŸi araÅŸtırmalannın daha çok teknik yönlerinin incelendiÄŸi ve müzakere edildiÄŸi bilimsel dergileri mütalaa ettim, ölüm eÅŸiÄŸi tecrübelerini bir çeÅŸit halüsinasyona atfeden iddialan ve sonra sırasıyla bu teorileri çürüten analizleri inceledim. Bence bütün deliller etkin ÅŸekilde ÅŸüpheci olmayanlardan yanaydı. Daha sonra fiziki bilimlere yöneldim ve bana 20 ya da 30 yıl içerisinde öÄŸretilmiÅŸ modem eÄŸitimin muhtevası olan tesadüfi ve materyalist evren anlayışının etkili bir ÅŸekilde çürütüldüÄŸü ya da tamamen yeni bir görüÅŸle karşısına çıkıldığım keÅŸfettim. Kozmolojideki, antropik ilke ve bilimin keÅŸfettiÄŸi fakat yeteri kadar açıklayamadığı evrenin derin yeni sırlanm öÄŸrendim. Biz gururlu entelektüellerin ateizmimizin ve büyük arzulanmızın temelindeki eski materyalist paradigmanın, tesadüfi ve mekanik evren anlayışının, dikiÅŸ yerinden sökülüyor olduÄŸu belliydi.AraÅŸtırmamı psikoloji ve tıp alanına doÄŸru geniÅŸlettim. Ve bu alanlarda da aynı doÄŸrultudaki geliÅŸmelerin var olduÄŸunu gördüm.

​

Süratle içinde yaÅŸadığım ve hakkında düÅŸündüÄŸüm evrenden tamamen farklı bir evren tablosu ortaya çıktı. Zamanla fark ettim ki felsefi ateizmi seçtiÄŸim 20 yıl içinde yalnızca derin ÅŸüpheleri yok etmekle kalmayan, aynı zamanda mantıklı bir perspektiften etkili bir ÅŸekilde benim ateizm görüÅŸümü çürüten geniÅŸ ve sistemli bir literatür oluÅŸmuÅŸtu.

​

Bu durum, yalnızca entelektüel bir idrak deÄŸildi. Hayatın temelleri hususunda yaptığım büyük hatalanmın keÅŸfi, kabul etmek gerekirse beni bir parça psikolojik bunalıma sokmuÅŸtu. Okuma, tefekkür, muhakeme ve dua hayli zaman almıştı. Fakat bu süreç içerisinde sezgiler ve hatta küçük mucizeler nevinden ruhi deneyimler de bana eÅŸlik etti.

​

Aklın bir kimseyi Tanrı’ya imana götürebildiÄŸini iddia etmeyeceÄŸimi söylemiÅŸtim. Fakat benim demek istediÄŸim ÅŸey ÅŸu; akıl artık önceden olduÄŸu gibi tek başına ayakta duramaz. GeçmiÅŸ 20 yıllık araÅŸtırmalar. Tanrı konusuyla ilgili modern seküler ve ateist ilk nesil düÅŸünürlerin önemli varsayımlannın ve öngörülerinin tamamını altüst etmiÅŸtir.

​

1935’de dinin aleyhine bilimi öven Bertnard Russell ÅŸöyle diyordu. “Aklın bilimsel tabiatı; ihtiyatlı, tecrübî ve parçalan biraya getirici niteliktedir. Bilimin kendi doktirinlerine ulaÅŸma metodu her yönüyle- farklıdır.” Ve Russell aynca ÅŸunlan da ekliyordu. “OrtaçaÄŸ teolojisinden farklı olarak, bilim büyük varsayımlardan deÄŸil de, gözlem yahut deney sonucu keÅŸfedilmiÅŸ belirli gerçeklere baÄŸlı olarak harekete geçer.”

​

Dostum iyi güzel de artık roller deÄŸiÅŸti.

 

​

bottom of page