Arayan İnsan
İslam'a Giriş
Toplumsallaşma Vakti
François Georgeon'un "İstanbul'da Ramazan" (İş Bankası:2018) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
D’Ohsson’un dediğine göre iftar “sadece toplulukla beraber” yapılır, yani gerçek anlamda toplumsal bir yaşama yol açar; sık sık misafir çağrılır iftara, oysa sabahleyin şafakla birlikte yenen sahura kimse çağrılmaz, sadece aile efradı katılır. Dolayısıyla Ramazan’daki toplumsallaşma en başta misafirperverlik demektir, daha doğrusu “sofra arkadaşlığı” söz konusudur. Ramazan’ın paradokslarından biri budur ve aslında tek de değildir: Oruçla geçen bu dönemin bütün toplumsal yaşamı iftar yemeği çevresinde döner. Ne var ki 19. yüzyılda söz konusu toplumsallaşma artık sadece iftarla sınırlı kalmaz; hatırı sayılır ölçüde zenginleşir, toplumsal ve kültürel yaşama doğru iyice genişler, kamusal alanı istila etme eğilimi gösterir.
Misafirperverlik: İftar ve Ziyaretler
Ramazan ayının ilk günlerinden itibaren toplumsal yaşamın yoğunlaştığı görülür: Davetler, ziyaretler, dışarı çıkmalar artar; bu durum ay sonuna kadar devam eder, bayram boyunca üç gün doruk noktasına ulaşır. Osmanlı donanması hizmetindeki bir Britanya zabiti olan Henry F. Woods’a göre (1843-1929) Ramazan “Türklerin en misafirperver olduğu aydır”.
İftar yemeğine yakın aile efradı katılır ama İstanbul civarından, Boğaziçi köylerinden, Üsküdar’dan, Kadıköy’den, Asya yakasından gelen ve her gün bu kadar yolu gidemeyen akrabaların katıldığı da olur. Bu akrabalar kentin Vezneciler, Şehzadebaşı, Aksaray ve Fatih gibi en canlı semtlerinde oturan aile efradının misafirperverliğinden günler, hatta haftalar boyu yararlanıp camileri gönüllerince ziyaret eder, gece eğlencelerine katılırlar. Akrabaların ötesinde dostlar, komşular, tanıdıklar da çağrılır, iftar yemeğinden sonra hep birlikte yatsı ve teravih namazı kılınır, evde topluca oyunlar oynanır ya da Ramazan gösterilerine katılıp güzel vakit geçirmek için topluca evden çıkılır.
Woods’un dediğine göre Ramazan boyunca bir Türk, evine gelen misafiri davetli olsa da olmasa da iftara alıkoymadan göndermez. Gerçekten de misafirperverlik sadece aile, dost ve tanıdık çevresiyle sınırlanmaz, çok daha geniş bir çevreye, tanımadık ya da yabancı kişilere kadar genişler. Devlet ricali, nazırlar, paşalar, ileri gelenler sofralarını bir bakıma herkese açarlar. İftardan biraz önce tanımadıkları biri kapılarını çalacak olsa, içeri kabul edilip sofraya buyur edileceği, evden ayrılmadan önce de mutlaka bir hediye alacağı kesindir.
Bu tür beklenmedik ziyaretler yılın her vakti mümkündü, ancak suiistimale pek açık olduğundan, Tanzimat’tan itibaren sadece Ramazan ayıyla ve iftarlarla sınırlandırıldı. Beklenmedik misafirler çoklukla yoksullar, işsizler, dilenciler veya başkalarının sırtından geçinmeyi alışkanlık haline getirmiş kişilerdi. Ancak “himaye edilenlerin” geldiği de olurdu. Buna bir de memurların kendi üstlerine iftara gitme yükümlülüğü eklendiğinde, nazırlar ve paşaların Ramazan boyunca ağırlamak zorunda oldukları kişi sayısından neden yakındıkları da anlaşılmış olur.
Bayram boyunca toplumsal yaşam daha da yoğunlaşır, ziyaretlerin sayısı daha da artar. Münhasıran akşam yemeği saati değil, genelde gündüz vakti ziyarete gidilir. Akrabalar, komşular, meslektaşlar, dostlar birbirlerine ziyarete gider, hediyeler ve şekerler verirler ki Türklerin bu bayrama Şeker Bayramı demesinin nedeni de budur; öte yandan ziyaret edilen veya ağırlanan tanıdık sayısı, iftar için ziyaret edilen veya ağırlananların sayısından çok daha yüksektir.
Bir Bağış Ekonomisi
Ramazan boyunca sadece ziyarete gidilip ziyaret kabul edilmez, hediyeler de verilip alınır. Ramazan ve bayram vesilesiyle yapılan bütün ziyaretlere hep çok sayıda ve çeşitli hediyeler eşlik eder. Ramazan hediye vermek için özellikle ayrıcalıklı bir vakittir.
Gündelik toplumsal yaşamı ilgilendiren ve aile fertlerine, komşulara, dostlara, çocuklara verilen para ve eşya tarzı hediyelere iki ayrı tür sadaka da eklenir: İslamiyet’in kaidelerinin yer aldığı metinlerde bildirilen geleneksel sadaka, yani İslam’ın beş direğinden biri olan zekât ve gönülden verilen sadaka. Normalde Müslümanlar bu sadakaları tercihen Ramazan’da verir, ama bir de Ramazan ayına ve bayrama özgü sadakalar vardır. Örneğin, fitre veya fıtır sadakası bunlardan biridir; bayram sırasında verilmesi gereken bir sadaka türüdür fitre. Bir de oruç tutulmayan her bir gün için, bir fakiri doyurmayı gerektiren fidye vardır. Dini özellik taşıyan bu armağanlardan başka bir de özel hediyeler, ikramlar ya da bahşişler vardır: Bunlara Ramazaniye, iftariye, idiye denir.
Şimdi de Osmanlı İmparatorluğu’nda Ramazan’a özgü olan ve diş kirası gibi tuhaf bir deyimle anlatılan özel ikramiyeyi ele alalım. Nazırların ve önde gelen kişilerin Ramazan boyunca yoksullardan, dilenci ve asalaklardan oluşan geniş bir kitleyi ağırladıklarını daha önce gördük. Bu kişilere iftar verildikten sonra, mekândan ayrılmalarından önce ufak bir para ya da küçük bir hediye, mendil, eşarp, tespih gibi yararlı bir şey vermek âdettendi. İşte verilen bu paraya ya da ufak hediyeye diş kirası denirdi. Geçmişi belki de Fatih Sultan Mehmed devrine kadar uzan bu âdet giderek neredeyse resmi bir kurum halini aldı.
Başka bir âdet de Ramazan’ın 15’inde Topkapı’daki Hırka-i Şerif Dairesi ziyaretinin dönüşünde, padişahın Yeniçerilere baklava dağıtmasını gerektirirdi. Padişah 1826 yılında Yeniçerilerin lağvedilmesinden sonra da orduyu el üstünde tuttu. Örneğin Abdülhamid Ramazan ayında her akşam kışladaki askerlere, jandarmalara ve polise etli pide dağıtırdı. Kızı Ayşegül Osmanoğlu bu konuyla ilgili olarak hatıratında şöyle der:
“Her akşam bir tabur asker Yıldız Meydanı’na gelir iftar eder, namaz kılardı; başmabeynci diş kiralarını dağıtırdı, askerler üç defa “Padişahım çok yaşa!” diye bağırır, sonra da giderdi.”
Devlet hiyerarşisinde aşağıya doğru indikçe, hepsi kendi mertebesine göre bütün memurların cömertliklerini, özellikle de Ramazan boyunca sergilediklerini görürüz. Said Bey örneğine dönüp, bu manevi vazifeyi onun nasıl yerine getirdiğine bakalım. Bütün masraflarını kaydettiği günlüklerine baktığımızda sadece Ramazan’da değil, Kurban Bayramı’nda, hatta Paskalya Yortusu’nda bile hediyeler dağıttığını görürüz. Bununla birlikte hesaplarda açıkça görüldüğü üzere, en cömert olduğu vakitler Ramazan ve bayramdır. Said Bey çocuklarının okul öğretmenine ve mahallenin hocasına iftariyeler verir, ardından evdeki kadın hizmetkârlara, eve gelip Kuran okuyan hafıza, caminin müezzinine, gazeteciye, sokak lambalarını yakan görevliye, tulumbacılara, mahalle bekçilerine hediyeler ve bayram bahşişleri dağıtırdı. İftar yemeklerini hazırlarken canı çıkan aşçıya da çift maaş verirdi. Bununla da kalmayıp bir de her müminin bayram vakti vermesi gereken özel bir sadaka türü olan fitreyi de öderdi. Bütün bu sadakalar ve bahşişler sonuçta hatırı sayılır bir meblağ oluştururdu: Said Bey in sadece Ramazan da değil, yıl boyunca dağıttıklarını topladığımızda, bu meblağın evin yıllık masrafının %40 ila 55’ine denk düştüğü görülür. Üstelik Said Bey bütün bu cömertlik gösterisini üzerinde ağır bir borç yükü varken yapıyordu.
Aynı şekilde Halide Edib de kendi hatıralarında büyükannesinin, borcu dudak uçuklatacak kadar büyükken bile eski kölelerinin çocuklarına bayram vesilesiyle giyecek satın aldığını anlatır.
Komşuların ve dostların eşitlik temelinde birbirlerine verdikleri sıradan hediyeler dışında bütün hediyeler devlet hiyerarşisine uyduğu gibi yukarıdan aşağıya doğru olmak üzere, toplumsal ve dinsel hiyerarşilere de uyar: Padişahtan en aşağı memura, ileri gelen kişilerden mahallenin gece bekçisine kadar, hep daha yüksekte olan kendisinden aşağıdakine hediye verir.
15 Ramazan’dan itibaren, sonra da bayram sırasında dolaşırken maniler söyleyip bahşiş almaya çalışırlardı. Söyledikleri manilerden biri de şuydu:
Davulumun ipi kaytan
Sırtımda kalmadı mintan
Ver efendim bahşişim
Alayım sırtıma mintan.
Ardından bayram geldiğinde, bu sefer tulumbacılar ve bekçiler bahşiş kopartmaya gelirler; öte yandan mahallenin çocukları komşuların ve tanıdıkların ellerini öpmeye, birkaç kuruş veya küçük bir hediye koparmaya çalışırlar. Din hiyerarşisine mensup olanlar da (medrese talebeleri, hocalar, müezzinler, imamlar), dervişler de ellerine geçen üç kuruşluk gelirlerini arttırmak için Ramazan ve bayram boyunca müminlerin göstereceği cömertliğe güvenirlerdi.
Boş Zaman ve Eğlenceler
Ramazan demek toplumsal yaşama ayrılabilecek bolca boş zaman demektir ama bir de eğlenceye, gösterilere, genel anlamda eğlenmeye zaman ayırmak demektir. Çoğu çocuk, okul ve üniversite öğrencisi için tatil vaktidir. Devlet memurları ve çalışanlar açısından Ramazan’ın gelişi işlerin gevşemesi anlamına gelir. Akşamlar ve geceler artık hiç boş geçmeyecek demektir. Osmanlı devri İstanbul’unda eğlencenin öne çıktığı iki zaman vardır: Yaz ayları ve Ramazan; hele bir de ikisi birleşirse eğlence iyice artar.
Muhtemelen Ramazan’m en yaygın eğlencesi olan gezinti dışında akşamları eğlenmek için başka birçok şey daha vardır. Erkekler için oruç tutulan bu ay teravih namazından sonra kahvehane demektir. İnsanlar kahvehaneye kahve ve nargile içmeye, iskambil oynamaya ama en çok gevezelik etmeye gelirler… Yüzyılın ortasına doğru “okuma salonu”, kıraathane denilen başka tür bir kahvehane ortaya çıkar. İlk kıraathane 1857 yılında Beyazıt yakınlarında Serafim Efendi diye bir Ermeni tarafından açılır; burada müşterilere gazeteler ve dergiler sunulmaktadır.
Ramazan’a özgü olmasa da bu ayda özellikle yoğunlaşan bütün bu vakit geçirme yolları dışında bir de sadece Ramazan’da ortaya çıkan, yılın başka hiçbir ayında görülmeyen eğlenceler ve gösteriler vardır. Bu eğlencelerin en basiti başkentin bazı camilerinin avlularına kurulan sergileri dolaşmaktır. Bunların en meşhuru Bayezid Camii avlusunda açılandır.
Bu sergilerde Ramazan’la ilgili her şey, her nevi hediyelik eşya bulunabiliyordu… Avluda arzuhalciler de ekmek, simit, çörek, vb. satan seyyar satıcılar da vardır. Ramazan vesilesiyle Buhara, İran, Hindistan, Afganistan gibi çok uzak diyarlardan tüccarlar da gelirdi.
Ramazan boyunca sergilenen geleneksel gösteriler arasında Karagöz çok meşhurdur. Karagözcüler veya hayalciler perdelerini iki vesileyle meydanlara ya da kahvelere kurarlardı: Ramazan’da ve yaz aylarında. Klasik Karagöz repertuarı kırk kadar eserden oluşuyordu ama iyi bir Karagözcünün Kadir Gecesi gösteri yapılmadığı için, en az yirmi sekiz taneyi ezbere bilmesi gerekirdi, böylece her gece yeni bir oyun sergilemiş olurdu.
Karagöz örneği başka sanat ve gösteri biçimlerini kapsayacak şekilde genişletilebilir. Sözgelimi meddahlar daha çok Ramazan’da ve dini bayramlarda kahvehanelerde ya da meydanlarda sanatlarını icra ederler; halk arasında pek revaçta olan bu sanatçılar menkıbeler, gülünç hikâyeler anlatarak, çeşitli şiveleri taklit ederek kalabalık bir kitleyi kendilerine çekerler. Karagöz gösterileri ve meddahlar dışında Ramazan ayı; incesaz dinlenilen, kukla gösterilerine, cambaz ve pehlivan seyretmeye gidilen bir aydır.
Müslümanların Karnavalı mı?
Nerval “hem perhiz hem de karnaval olan o hayırlı Ramazan ayı” diye yazıyordu. İstanbul ve Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan Batılı seyyahlar Ramazan’ın bu ikili kimliğine çok şaşırırlar. Oysa Ramazan’da aynı yirmi dört saatte peş peşe hem oruç hem de şölen yaşanır hem dindarca yaşanır hem de eğlenmeye bakılır hem sofuca şevk hem düğün bayram hem din hem din dışı bir aradadır.
Ramazan’da toplumsal engellerin, karnavalda olduğu gibi simgesel anlamda dahi olsa altüst olduğunu görmeyiz. Ramazan âdetlerinde belirli bir “kardeşçe kaynaşma” eğilimi olduğunda şüphe yok. Müminler oruçta, bir yere kadar, açlık ve susuzluk karşısında eşit olurlar. Le Temps muhabiri iftardan sonra okunan yatsı namazının “ev sahipleri ve hizmetkârlar tarafından hep birlikte kılındığını” söyler. “Türklerin pek hürmet edilesi bir âdeti uyarınca yoksullara sofra zaten açıktır, hep beraber kılarlar namazı da.” Türklerin kahvehanelerinde, gösterilerinde seyirciler toplumsal açıdan çok karışıktır. Yüzyılın başında bir Alman gözlemcinin belirttiğine göre memurlar, askerler, öğrenciler, hamallar hep beraber meddah gösterisi seyrederler. Ramazan’daki bütün gösterilerde zenginlerle fakirler yan yanadır hep, üstelik bundan hiç rahatsız olmazlar; ama bu karışma oruç tutulan bu aya özgü değildir. Ziyarete gidip gelme ve hediye alıp verme biçimlerinin de gösterdiği gibi, Ramazan’da bütün toplumsal hiyerarşiler olduğu gibi kalır.
Avrupalı seyyahların “karnaval” dedikleri şey, Ramazan akşamlarının cıvıl cıvıl hareketliliği, “pitoresk” yanı, neşeli oynaşmalar, hep beraber gülmeler, kermes havası, kalabalık olmanın yol açtığı sonuçlardır. İnziva ve orucun yol açtığı mahrumiyetle geçen zor bir günün ardından, topluca “gevşenir”. Ama bu gevşeme, bu rahatlama asla bazı sınırları aşmaz, taşkınlık demek değildir. Düzensizlik diye bir şey varsa da bu “meşru bir düzensizliktir”, caiz olanın sınırları içinde kalır hep.
18. yüzyıl sonunda, D’Ohsson bu durumu şaşkınlıkla karşılıyordu: “Sevinç gösterilerine”, “başka milletlerde yılın farklı zamanlarında patlak veren sevinç emarelerine” ne halkta ne de önde gelen kişilerin arasında şahit olmadığına şaşırıyordu. Müslümanların bayramlarının “sakin ve sessiz biçimde kutlandığım” söylüyordu. Ne dans, ne de müzik olur; gürültülü patırtılı hiçbir şey olmaz. Ziyaretler, sohbet hep “son derece sükûnetle yapılır”.
19. yüzyıl başında İstanbul’da Ramazan’a şahit olan başka birisi de benzer gözlemlerde bulunur: Gürültü patırtı yok, kalabalık halinde hareket etmiyor insanlar, aşırılık da yok.
19. yüzyılın ortasında yetkililer Ramazan’da düzensizlik yaşanmamasından çok memnun olurlar: “Müslümanların dini huzurunu bozan hiçbir şey olmadı, başka milletlerde de (cemaatlerde de) aynı huzur hâkimdi", deniliyordu 1847 Ramazanında.
Aynı memnuniyet ertesi yıl da yaşanır: İstanbul gibi önemli bir kentte, bu kadar çok insanın katıldığı bayramla ve eğlenceyle geçen günlerde polisin hiçbir suçu, hiçbir düzensizliği engellemesi gerekmedi.
Bundan elli yıl sonra işler elbette ki değişmişti: Müzik, dans, yeni eğlenceler ve gösteriler de parçası olmuştu Ramazan’ın, üstelik kadınlar da daha çok görülmeye başlanmıştı. Buna rağmen Birinci Dünya Savaşı arifesinde Amerikalı gözlemci H.G. Dwight da (1875-1959) aşağı yukarı D’Ohsson’la aynı noktalara dikkat çekiyordu: Ramazan akşamlarının ve üç günlük bayramın bu kadar sakin geçmesine şaşırır; bütün bunların Avrupa’daki karnavalların patırtısıyla hiç ilgisi olmadığını belirtmeye özen gösterir. Gerçekte, bayram heyecanının sınırları denetlenir; toplumun en dindar unsurları, din adamları ve dini müesseseler olmak üzere bütün toplum tarafından denetlenir. Klasik devirdeki dindar kalemlerin İslambol demekten hoşlandığı İstanbul’un ahlakın tam manasıyla hüküm sürdüğü örnek bir kent olarak kalması gerekmektedir.