top of page

Tasavvuf Üzerine - Röportaj

Mavera dergisinin 54. sayısında yayınlanan bu röportaj, ÅŸair ve gönül insanı Merhum Akif Ä°nan tarafından, Merhum Mahmud Esad CoÅŸan Hocaefendi ile gerçekleÅŸtirilmiÅŸtir..

 

Akif Ä°nan: Konumuz tasavvuf. Efendim, bize önce tasavvufun menÅŸeinden biraz bahseder misiniz? Saniyen, tasavvufa kaynak düsturlar arasında neleri saymak mümkün olabilir? Gerek Kur’an’a gerek hadis’e dayanarak, gerekse Peygamber Efendimizin hayatından istihraç edebileceÄŸimiz, tasavvufa düstur olarak sayabileceÄŸimiz neler vardır?

​

​

​

​

​

​

​

​

Halil NecatioÄŸlu: Efendim; tasavvuf daha önceki din ve inançlara mensup kimseler arasında onların dinlerine baÄŸlı olarak da mevcuttu. Ama sorunuz, Ä°slâm Tasavvufu ile ilgili tabii. Böyle kabul ederek sorunuza cevap vereceÄŸim. Çünkü daha önceki tasavvuf cereyanlarını da bahis konusu etmek gerekirse, bir kere benim saham deÄŸil. Yani Hıristiyanlıkta, Yahudilikte, Hint dinlerinde yahut Çin’de tasavvuf... Bunlar hakkında ihtisas sahibi deÄŸilim. Kasten, suret-i mahsusada bilmek de istemem; kendi tasavvuf anlayışımı herhangi bir ÅŸekilde karıştırıp etkilemesin diye... Hassaten, öncelikle kendi düÅŸünce sistemime sahip olmak duygusuyla diÄŸerlerini bilmek istemem. Benim tasavvuf sözünden anladığım, hülasaten, Ä°slâmî anlamda tasavvuf...

​

Tabii tasavvufa ait bir soruyu cevaplandırmak için, önce, tasavvufun ne olduÄŸu üzerinde bir anlaÅŸmaya varmış olmak gerekir.

​

Bu konuda makale, kitap yazan kimseler tarafından tasavvufla ilgili bir çok tarif toplanmış. Bunu biraz, kültür ve medeniyet hakkındaki tariflerin çokluÄŸuna benzer görüyorum. Hepsi de sosyal ve psikolojik hayatla ilgili müesseseler olmak hasebiyle tarifler çok fazla. Öyle ki 160-180 kadar tarif toplanmış diye okuyoruz kitaplarda...

​

Tasavvufla alakalı bu tarifleri bazı ÅŸairlerimiz de manzum ÅŸekilde ifade ederek bir araya toplamışlardır. Mesela Aydınlı Ömer Dede (RuÅŸenî) (v. 892/1487) bir manzumesinde ÅŸöyle 50-60 beyit içerisinde ve her beyitte baÅŸka yönüyle anlatarak çeÅŸitli tarifleri toplamış bulunuyor. Sonra OÄŸlanlar Åžeyhi Ä°brahim Efendi (v. 1066/1655) bu konuda uzunca bir manzume yazmış. Bu manzume, tasavvufu anlatan kitaplarda derc edilmiÅŸtir. Bu tarifleri incelediÄŸimiz zaman, bir kısmının tasavvuftan doÄŸan neticelerle ilgili olduÄŸunu görüyoruz. Bir kısmı da tarifi yapan kimsenin hâlet-i rûhiyesini bize aksettiriyor. Yaptığı tarif, kendisinin üzerinde, kendisinin makamıyla ve hâlet-i rûhiyesiyle hasıl olmuÅŸ olan, en büyük tesiri aksettiren bir ifade oluyor.

​

Tasavvuf, zaman ve mekan bakımından derinliÄŸe ve geniÅŸliÄŸe sahip bir yaÅŸama sahası bulmuÅŸ, asırlar boyu devam etmiÅŸtir. Onun için tasavvufu bütün bu bölgelerdeki görünüÅŸüyle, tam anlamıyla tarif etmek mümkün olmaz. Her halde mıntıka mıntıka ayırmak mecburiyeti bile vardır. Mesela Kuzey Afrika’nın tasavvufî görüÅŸleri ve anlayışıyla Orta Asya’nınki Anadolu’nunki ile mesela Irak’ınki herhalde Mısır’ınki farklılık arzeder.

​

Akif Ä°nan: Sizden bir de tarif, bir açıklama isteyebilir miyim?

​

Halil NecatioÄŸlu: Åžimdi ben, bu tariflerin biraz arkasına düÅŸmüÅŸ bir kiÅŸi olarak, kendi zihnimde bıraktığı izleri dile getirecek olursam; tasavvufta bana göre iki gaye vardır:

1. Yaratıcımız Allah azîmüÅŸÅŸânı tanımaya yönelmiÅŸ gayretler. Allahu Teâlâ hazretleri hakkında kiÅŸinin bilgisinin, öz tabiri ile mârifetinin artırılması, geliÅŸtirilmesi ile ilgili gayretler...

2. KiÅŸinin kendine yönelik bir tarafı.

​

Tasavvuf bir taraftan Allah’ı bilmek ve tanımak hususunda bir cehdi ifade ediyor, bir taraftan da kiÅŸinin kendisini terbiyesini, tanzimini; ruhî ve ahlâkî cephesini düzeltmesini ifade ediyor. Bu ikinci kısma “tehzîb-i ahlâk” veyahut “tezkiye-i nefs” (nefsi tezkiye etmek, pak eylemek) diye isim vermiÅŸler. Tasavvuf kitaplarında bu baÅŸlık altında geçmiÅŸtir.

​

O halde tasavvuf, bir yandan mârifetullahı, bir taraftan da tezkiye-i nefs’i tahakkuk ettirmek için yapılan gayretleri ifade eden, gayretleri anlatan, bu gayelere ulaÅŸmak için tutulması gereken yolları anlatan bir ilim olmuÅŸ oluyor.

​

Biraz daha düÅŸündüÄŸüm zaman, ÅŸöyle bir anlatış ÅŸekli de hatırıma geliyor; kendi zihnimden doÄŸan bir anlatış olarak; “insanın Allah’ı sevmesi, Allah’ın da insanı sevmesi!..” Herhalde ikinci sözü daha öne almak lazım, yani insanın Allah tarafından sevilmesi ve buna baÄŸlı olarak insanın Allah’ı sevmesi için neler lazımsa, iÅŸte tasavvuf, bunu anlatan bir ilimdir.

​

Akif Ä°nan: Tasavvufun raptedileceÄŸi âyet ve hadislerden aklınıza gelenlerin bir kaçını rica edebilir miyim?

​

Halil NecatioÄŸlu: Ne yaparsak Allah bizi sever. Ne yaparsak, bizde olması gereken “muhabbetullah” (Allah sevgisi) hasıl olur? Ä°ÅŸte tasavvufun, bence iÅŸtigal sahası bu. Bu ölçüler içinde düÅŸündüÄŸümüz zaman, Ä°slâm tasavvufu Ä°slâm’ın özüdür, ruhudur. -Zaten bir baÅŸka kaynaktan kaynaklanırsa veya mevcut hali bir sosyal vakıa olarak düÅŸünülüp kabul edilmek istenilirse, ben o iÅŸin içinde yokum.- MenÅŸei, Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i ÅŸerîfler ve Hz. Peygamber ile ashabının hayat tarzlarıdır.

​

Tasavvufun bu gayeleri ile ilgili delilleri, Kur’ân-ı Kerîm’den hatırladığım kadarıyla, ÅŸöyle sıralıyabilirim:

“Cinleri ve insanları baÅŸka ÅŸeyler için deÄŸil; ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”[1]

​

“O Allahu Teâlâ’dır, hanginiz daha iyi amel iÅŸleyecek, diye size bu hayatı bahÅŸeden, ölümü ve hayatı yaratan.”[2]

​

“Allah’ı unutanlardan olmayınız, unutanlar gibi olmayınız.”[3] “Allah’ı unutanlar gibi olmayınız” diye bir yasaklama ve tembih var âyet-i kerîmede... Demek ki kiÅŸinin aslî vazifesi, bu tasvirlerden anlaşılıyor ki Allah’ı bilmek ve O’na hakkıyla kulluk etmek. Kur’ân-ı Kerîm, bize bunu çok açık gösteriyor.

​

Allah’ı unutmamak, daima hatırda tutmak, iÅŸte bunu saÄŸlamak için Kur’ân-ı Kerîm’in tavsiyeleri var:

“Allah’ı çok anınız ve O’nu sabah-akÅŸam tesbih eyleyiniz...”[4]

​

Bu gibi ayetleri, Allah’ın sürekli hatırlanması, unutulmaması, ismiyle ve varlığıyla zihinlerde canlı tutulması gibi emirleri, tasavvufun “mârifetullah gayesinin” menÅŸei ve kaynağı olarak görmeye mecburuz. O halde Allah’ı unutmamak, hatırda tutmak, “zikretmek” farzlardan biridir. O’nun üzerinde düÅŸünüp o hususta bilgi (mârifet) sahibi olmak, âyet-i kerîmelerle emredilmiÅŸtir. Bu âyet-i kerîmeler tasavvufun Kur’an’daki kaynaklarıdır. Bir baÅŸka âyet-i kerîmede de buyuruluyor ki:

“Allah’tan nasıl korkmak lazımsa o ÅŸekilde korkunuz, çekininiz, ne yapıp yapıp muhakkak müslüman olarak ölünüz.”[5]

​

Bu gibi âyet-i kerîmeler, Allah’a karşı kulun cehdini, O’nu bilmek ve O’na ubudiyet etmek hususundaki cehdini ifade eden emirlerdir. Ve bunlar tasavvufun özetlediÄŸim gayelerinden bir tanesine iÅŸarettir.

​

DiÄŸer gayesi olan tezkiye-i nefs konusunda, Kur’an’ın içindeki bütün ahlâka dair ayetler kaynaktır: Yalan söylemeyin, ölçüyü tartıyı eksik tartmayın, birbirinizi öldürmeyin, hırsızlık yapmayın, sabredicilerden olun sebat gösterin, takvâ ehli olun... gibi. Mesela;

“Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz, sakınınız, çekininiz, takvâ ehli olunuz ve kiÅŸi, ÅŸimdiden, o tarafa ne gönderdiÄŸine baksın.” [6]

​

Bu ifadenin altında, amel-i sâlihe teÅŸvik vardır. Allah’tan korkun da yarın iÅŸinize yarayacak salih amel iÅŸleyin, demektir, bu ayetin bu tarafı.

 

Aynı âyet-i kerîmenin son tarafı da;

“Allah, sizin yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır, her yaptığınızı bilmektedir.”[7] 

 

Sakın ha, kötü ÅŸeyler yapmayın! Çünkü yaptıklarınızın hepsi Allah’ın hiç eksiksiz malumudur. O halde O’nun tarafından muaheze olunursunuz, sakın kötü ÅŸeyler yapmayınız, demektedir.

​

Görülüyor ki buralarda takvâ tavsiye ediliyor, sabır ve ahlâkî diÄŸer hususlar tavsiye ediliyor ve bir âyet-i kerîmede; “Kim nefsini temizleyebilmiÅŸse, tezkiye edebilmiÅŸse, o felah bulmuÅŸtur. Kim ki bu iÅŸi baÅŸaramamışsa o da hüsrana uÄŸramıştır, çok piÅŸmanlık duyacak bir duruma düÅŸmüÅŸtür.”[8] buyurularak, kalbi, batını temizlemenin ehemmiyeti anlatılıyor.

​

Demek ki insanın, nefsini terbiye etmesi lazım, ahlâkını güzelleÅŸtirmesi lazım, hayatın gayesi olarak bildirilen, “Allah’ı bilme”si ve ona güzel kulluk gayretinde bulunması lazım. Ä°ÅŸte bunlar ve sayısız hadîs-i ÅŸerîfler, mesela, çok meÅŸhur olan; “Küçük cihaddan geldiniz, büyük cihad sizi bekliyor...” ÅŸeklindeki “kiÅŸinin nefsiyle çarpışmasını” büyük cihad olarak anlatan, nefis arzularına karşı çıkmak gerektiÄŸini, onu dizginlemek, firenlemek gerektiÄŸini anlatan hadisler gibi... deliller, tasavvufun Îslamî temele dayalı olduÄŸunu açıkça göstermektedir.

​

Bütün bunlar hiç bir dış tesire; Hint, Ä°ran, Yunan tesirine hacet bırakmadan, iman etmiÅŸ kimseyi, Allah’ı daha iyi tanımaya yöneltecek emirlerdir. Ä°nsanı, kendi içini tezkiye etmeye yöneltecek emirlerdir.

​

O halde, tasavvufun menÅŸeini Ä°ran’da aramak, Yunan’da, Hint’te aramak, Hıristiyanlık’tan geçmiÅŸ gibi göstermek vakıalara, gerçeklere uygun deÄŸildir. Ä°slâm’ın kendi öz geliÅŸmesini, kendi içindeki ruhî hayatını tanımamaktan doÄŸmaktadır. Belki de Ä°slâm’ı kendi özgü deÄŸerlerden mahrum bırakarak, onu küçültmek gayesini taşımaktadır. Her ÅŸey, “oradan alınmış, buradan alınmış diyerek”, Ä°slâmiyet’i sanki derleme-toplama bir ÅŸeymiÅŸ gibi göstermek, küçük düÅŸürücü, sinsî, müsteÅŸrikce bir gayret olmaktadır.

​

Akif Ä°nan: Tasavvufun tarifini yaparken, siz, tabii olarak Ä°slâm’ı anlattınız. Beyanlarınızdan, Ä°slâm’la tasavvuf arasında tam bir ayniyet olduÄŸu ortaya çıkıyor. Fakat, mâlûm-ı âlîniz; tasavvufun bir disiplin olarak tedvini bilahare tahakkuk etmiÅŸtir. Durum böyle olunca, tasavvuf düÅŸüncesinin, yaÅŸama üslubunun zamanla tarikatları oluÅŸturması hangi sosyal ihtiyaçların bir cevabı olarak zuhur etmiÅŸtir. Daha önceleri tasavvuf yoktu. Fakat sonradan Kur’an’a ve hadise istinad ederek tasavvufun, tarikatların tedvinini görüyoruz. Bu tedvine hangi sosyal sebepler müessir olmuÅŸtur?

​

Halil NecatioÄŸlu: Efendim, “Daha önceleri tasavvuf yoktu.” sözüne, bu konularla ilgilenmiÅŸ bir kimse olarak ben, ÅŸahsen katılmıyorum.

​

Bizzat, tasavvufu anlatan mutasavvıflar vardır. Bunlar, bir noktaya özellikle parmak basarlar; “Tasavvuf söz deÄŸil; hâldir.” derler. Bu ifade gereÄŸince tasavvuf, bir “hâl” olunca, adı olsun olmasın, o “hâl” ta Hz. Peygamber zamanında ashâb-ı kirâm’ın üzerinde mevcuttur. Hz. Peygamber, mutasavvıfların da sultanı idi. Hz. Peygamber, hayatı boyunca, tevazu ile, ibadete düÅŸkünlüÄŸü ile, hadiseler karşısında davranışlarıyla bu hayat tarzının en güzel bir örneÄŸiydi.

​

Mesela: Ashabına hizmet ediyor; kendisi kapıdan girip çıktığı zaman ayaÄŸa kalkılmasına müsaade etmiyor. Yattığı yerin çok basit ve hüzün verici olduÄŸunu gören bir sahabiye kadın, evinden güzel bir yatak gönderiyor. Hz. AiÅŸe validemiz de onu kabul ediyor. Peygamber Efendimiz bunun karşısında Hz. AiÅŸe’ye;

“Bunu iade et, eÄŸer Allah’tan dileseydim, Allah, benim yanımda altın ve gümüÅŸ daÄŸlarını da beraber yürütürdü. Fakat ben böyle bir ÅŸey istemiyorum. Hatta bana Mekke’nin ‘Batha’ mıntıkasının daÄŸlarını altın ve gümüÅŸ olarak arz ettiler; ben onları kabul etmedim. ‘Yâ Rabbi! Bir gün aç olayım sana tazarru ve niyaz edeyim; bir gün tok olayım sana tokluÄŸumdan, verdiÄŸin nimetlerden dolayı ÅŸükür edeyim, ben bunu istiyorum.’ dedim.” buyurdu.

​

Yani saltanatı arzu etmedi. Dünya metaına kıymet vermedi. Evinde ve elinde para ve eÅŸya biriktirmedi. AkÅŸama dağıtılması gereken bir ÅŸey kalmışsa, onu, uyku uyumadan evvel dağıtmaya gayret etti.

​

Buna benzer tavırlarıyla, sonra ashâb-ı kirâm’ın ihtiyaçları karşısında onları korumak hususunda, ÅŸecaat hususunda, yani ehl-i tasavvufun böyle, güzel ahlâk olarak sıralanmış olduÄŸu her hususta en yüksek örneÄŸi kendisi verdi, bu haller aynen ashabında da vardı.

​

Resûlullah Efendimize gelen ilk âyet-i kerîmelerde, gece kalkmak emrediliyor. Ä°kra, Müddessir, Müzzemmil sûreleri ilk inen sûrelerdir. Müzzemmil sûresinde gece ibadeti, derhal tavsiye edilmiÅŸtir. Hz. Peygamber’in kendisi ve ashabı, fiilen geceleri kalkıp Allah’ı tazarru ve niyazla, geceyi ihya etmiÅŸlerdir. Zaten peygamberlikten önce Hıra MaÄŸarası’na çekilerek ibadet ettiÄŸini biliyoruz; ibadetlerine daha sonra bu ÅŸekilde devam etmiÅŸtir. Aynı surenin son ayetinden anlaşılacağı üzere ashabın fiilen geceleri kalkıp Allah’ı tazarru ve niyazla anmalarının, geceyi ihya etmelerinin en büyük amillerinden birisi, süratle bu emre sımsıkı sarılmaları olmalıdır.

​

Ashabın ahlâkının çeÅŸitlerini, misallerle çoÄŸaltabiliriz. Bu hususlarda Resûlullah, onlara en güzel numuneydi. Ashaptan sonra tabiinin de fiilleri böyleydi. Tasavvuf ve sofi kelimesiyle o zaman tabir edilmeyen özellik “hâl” olarak mevcuttu.

​

Tabiinden aynı titizlik, ciddiyet ve aynı sevgi ile, aynı takvâ duygusuyla dolu olanlar da, müslümanlardan aynı ilgiyi gördüler. Böylece tıpkı hadîs-i ÅŸerîflerin müteselsilen aktarıla geldiÄŸi gibi bu husustaki davranışlar da daha sonraki nesillere müteselsilen intikal ettirildi.

Ve bu halis insanlar, tasavvufî grupları böylece tarihî ve tabii seyri içerisinde sosyolojik bir hadise olarak meydana getirmiÅŸlerdir. Peygamberimiz’in zamanından beri “hâl” olarak vardı, tasavvuf kelimesi daha sonra zuhur etmiÅŸtir.

​

Akif Ä°nan: Ä°slâmî ilimlerden bazılarının zamanla tedvin ve teÅŸekkülü gibi, tasavvuf da bilahare geliyor; ama, tamamıyla, kaynak itibarıyla...

​

Halil NecatioÄŸlu: Tasavvuf ilimlerinin tedvin edilmesi meselesi, tabii seyri içerisinde zamanla gerçekleÅŸmiÅŸtir. Nasıl ki hadislerin bile kitaplara geçirilmesi bir iki asır sonra olmuÅŸtur; ilk önce ÅŸifahî rivayetler ÅŸeklinde gitmiÅŸtir; daha sonra yazıya geçirilmesi gerçekleÅŸmiÅŸtir. Kelam ilminin teÅŸekkülü, diÄŸer hadis müdevvenatının konulması daha sonraki zamanlarda olmuÅŸtur. O arada da bir saha bölümü, iÅŸ bölümü anlayışı içinde, Ä°slâmî bilgiler bir bütün halindeyken, tarih bilgileri, tefsire dair bilgiler, Kur’an’la ilgili bilgiler ayrılmış, hadîs-i ÅŸerîfler ayrılmış, amelî hareketlere ait bilgiler, fıkhî bilgiler ayrılmış; bu arada ahlâk ve nefsi tezkiyeye ait, mârifetullaha taalluk eden bilgiler de sonradan tedvin edilmiÅŸtir. Ama bu sonradan tedvin edilme doÄŸru anlaşılmalı.

 

“Buharî’nin, Sahîh’ini ÅŸu asırda yazması dolayısıyla (hadis) o sırada ortaya çıkmıştır.” iddiası ne kadar gayr-i ilmî ise, doÄŸru deÄŸil ise, “Tasavvuf da o sırada çıkmıştır, önceden yoktu.”, gibi bir iddia tıpkı bunun gibi doÄŸru deÄŸildir. Benim, çeÅŸitli kitaplarda okuduklarım, çıkarttığım neticeler ve tespitlerim, bu görüÅŸümü teyit eder mahiyettedir.

​

Bu yolun, daha sonraki asırlarda tarikatlar olarak devam etmesi; iÅŸin bir takım erkan ve usulünün konularak sistematize edilmesi meselesine gelince; bundaki en önemli psikolojik ve sosyolojik saik de, bence, yine Resûlullah’ın eÄŸitim ve öÄŸretim metoduna ittibadır. Resûlullah Efendimiz, mâlum olduÄŸu üzere, sohbet yoluyla kiÅŸileri yetiÅŸtiriyordu. Mesela Mescid-i Nebevî sadece bir ibadet yeri deÄŸil, aynı zamanda bir ilim ocağı idi. Resûlullah’dan hadis dinlemek, Kur’an öÄŸrenmek, dinî bilgileri elde etmek, ondan istifade, istifaze etmek isteyen insanlar orada gece gündüz kalıyordu. “Ehl-i Suffe” ya da “Ashâb-ı Suffe” denilen bu sahabiler, geceleri 70-80 kiÅŸiydiler ama; bu rakam gündüzleri 400-450’ye çıkıyordu. Büyük bir kalabalık, Resûlullah’tan bilgi öÄŸrenebilmek için oraya toplanıyor. Bu vakıa onu göstermektedir. Peygamberimiz aleyhisselâm dini öÄŸretmek üzere kabilelere adam göndereceÄŸi zaman onları “Ashâb-ı Suffe” içinden seçerdi. Onlarla oturur, (suffe ashabı ile) sabaha kadar sohbet ettiÄŸi olurdu. O sohbetin zevkinden uykuların unutulduÄŸu ve sabaha kadar sohbet edildiÄŸi olurdu.

​

Bu sohbet, müessir bir eÄŸitim yoludur. ÖÄŸrenciyi karşınıza alıyorsunuz, Ä°lahiyat Fakültesi, Hukuk Fakültesi’nde olduÄŸu gibi, baÅŸka yerlerde de olduÄŸu gibi, belli kitapları okutuyor, salıveriyorsunuz; gidiyor. Ama sohbette beraber oluÅŸ, beraber oturup kalkma daha müessir. Çünkü “hâl” olarak mücessem, müÅŸahhas bir numune var ortada; onu görmek, dinlemek, taklit etmek kolay oluyor. Bundan öte, taklit edici ÅŸahısların kusurlarını da bilgili ÅŸahsın düzeltmesi kolay oluyor. Onun bir hatasını gördüÄŸünde, kaçırmayacak, kırmayacak bir tarzda, zarif bir iÅŸaretle tashih etmek mümkün oluyordu. Bu yol Resûlullah’ın yolu olduÄŸu için tasavvuf da bu eÄŸitim yolunu, “ÅŸeyh-mürid sohbeti” yolunu tercih etmiÅŸtir.

​

Ayrıca o devirde Ä°slâm o kadar aktif, o kadar canlı idi ki bir taraftan camilerde böyle bir ilim faaliyeti vardı, bir taraftan da hudutlarda Ä°slâm alemini geniÅŸletmek, Ä°slâm’ı baÅŸka insanlara götürmek, anlatmak, göstermek gayreti vardı. Bu aÅŸkı, bu fikri taşıyan kimseler, hudutlardaki kalelerde toplanıyorlardı. Hudut kalelerine “Ribat” adı veriliyordu. Bu ribatlarda, bu gün, kazılar yapıldığında, sahabilere ve tabiine ait kabirlere tesadüf ediliyor.

​

Onlar cihadın sevabına nail olabilmek için -ki bu fiilin sevabı üzerine Resûlullah’ın çok hadisleri var- oralara gitmiÅŸler. Oralarda kalabalık bir grup var. O grubun, düÅŸmanla savaÅŸ olmadığı taktirde vaktinin nasıl geçtiÄŸini düÅŸünelim; bilgili bir ÅŸahıs var, toplanmış bir grup var, geniÅŸ bir zaman var; televizyon, radyo ve benzeri oyalayıcı araçlar yok. Tabii o ribatların havası, tekkelerin ortaya çıkmasına kaynaklık etmiÅŸ olmaktadır. Tasavvufu daha sonraki veçhesiyle karşımıza çıkaran tarihî, sosyolojik ve psikolojik ihtiyaçlar bunlardır.

​

Akif Ä°nan: Özetlemek gerekirse, demek ki tarikatlar peygamberimizle sahabiler arasındaki bu düzeni, bu eÄŸitim tarzını esas almış oluyor.

​

Halil NecatioÄŸlu: Özetlersek, demek ki Ä°slâm dininin kendisinin tabii bir geliÅŸmesi var. Tabii olarak yayılması, bünyesindeki müesseselerin yaÅŸanması var. Tasavvuf, bu yaÅŸama içinde ortaya çıkmıştır. Yani “Onlar hiç bir ÅŸey bilmiyordu da Ä°ran’la karşı karşıya geldiÄŸi zaman orada bir ÅŸey gördü, taklit etti.” diyemeyiz; buna daha baÅŸka bir kaç ÅŸey de manidir. Çünkü iyi bir dindar, mesela benim, bu merhalede Hint felsefesini okumayı gereksiz bulduÄŸum gibi böyle ÅŸeyleri öÄŸrenmek istememiÅŸtir.

Hz. Ömer Tevrat’ı, Ä°ncil’i okuyan kimselerin ellerinden, “Allah size Kur’an’ı göndermedi mi? Bunlarla ne diye meÅŸgul oluyorsunuz?” diyerek onları almıştır... O zamanın müslümanı, kendisini baÅŸka ÅŸeylerden müstaÄŸni tutuyordu. BaÅŸka düÅŸünce ya da inançların dinine zarar vereceÄŸini biliyordu. Resûlullah da, kendi zamanında, mü’minlere, Ehl-i Kitab’ın kitaplarıyla meÅŸgul olmayı yasaklamıştır. “Onların hakkında bir ÅŸey demeyiniz. Çünkü dediÄŸiniz ÅŸey hakkında aleyhte konuÅŸursanız, belki o, dinî bir gerçek olur; oradan zarara uÄŸrarsınız. Veya asılsız bir ÅŸeyi taklit etme durumuna düÅŸersiniz.” demiÅŸtir.

​

O zamanın müslümanının düÅŸüncesi (zihniyeti), “dışarıdan bir ÅŸey almak” deÄŸildir. Dışarıya karşı istiÄŸna idi. Bugün gerçek bir müslüman, dışarıdan taklit yoluyla ne ÅŸekil almak, ne fikir almak, ne de inanç almak ister. Bunların kendisine yabancı olduÄŸunu bilir. Kendi öz kaynakları içinde beslenmeyi tercih eder. O zamanın müslümanları elbette ZerdüÅŸt dinini biliyorlardı. Hint’teki çeÅŸitli inançları çok iyi bilmekteydiler. Bunların, dine zara verici ÅŸeyler olduÄŸunu, dinin aslî hüviyetinin korunması gerektiÄŸini çok iyi biliyorlardı. Onun için Sünnet-i seniyye’ye sımsıkı sarılmışlardı.

Dış kaynaklardan tesir almak Resûlullah Efendimiz tarafından yasaklanmıştı. “Yahudi ve hıristiyanlara muhalefet etmek dinin gereÄŸidir.”[9] ÅŸeklinde hadîs-i ÅŸerîf vardır. Hatta daima okuduÄŸumuz Fatiha’da bile buna iÅŸaret bulunuyor. Müslümanın, yolda bir hıristiyan gördüÄŸünde, eza vermeyecek ÅŸekilde onun kenara çekilmesini saÄŸlaması lazım. Yani gidiÅŸiyle ona yol vermek tarzıyla deÄŸil... Müslümanların diÄŸer inançlara bakış tarzı böyledir. Ä°slâmiyet’in bizzat kendisinin, doyurucu hükümleri, baÅŸka bir inanç sisteminden örnek almaktan müstaÄŸni kılacak kadar zengindir. Ä°nsanın cebinde yüzbinlerce parası olunca, nasıl baÅŸkalarının ÅŸaibeli paralarında gözü olmazsa; o devirde yaÅŸayan müslümanlarımız, din büyüklerimiz de, aynı ÅŸekilde, diÄŸer inanç sistemlerine muhtaç olmamış, onlardan örnek almak gibi bir ihtiyaç duymamışlardır.

​

Akif Ä°nan: Efendim, geniÅŸ açıklamasını yaptığınız tasavvuf düÅŸüncesi, sizin de izah buyurduÄŸunuz gibi, bilahare “tarikat” düzenine dönüÅŸüyor, yani kaidelere kavuÅŸmuÅŸ oluyor. Konu neticede tasavvufun temsilini tarikatlarda bulduÄŸu noktasına geliyor. Tarikatlardaki eÄŸitim düzeni, ÅŸeyh-mürid disiplini üzerinde biraz daha durur musunuz?

​

Halil NecatioÄŸlu: Efendim, bu soru da tıpkı tasavvufla ilgili ilk soru gibi, ÅŸumulü düÅŸünüldüÄŸü zaman cevaplandırılması zorlaÅŸan bir sorudur.

​

Tarikatlar, tasavvufun yayıldığı alanların coÄŸrafî geniÅŸliÄŸi dolayısıyla çok fazla çeÅŸittedirler. Aynı zamanda coÄŸrafî mıntıkalardan ve mıntıkalarda yaÅŸayan eski kültürlerin tesirlerinden izler taşıyabilirler. Mesela Türkiye’nin tasavvuf anlayışıyla Kuzey Afrika’nın tasavvuf anlayışı arasında fark vardır. Bu fark derhal belli olur demiÅŸtik.

​

Akif Ä°nan: Aynı kaynaklara istinat etmiÅŸ oldukları halde niçin böyle farklı yorumlar ve yaÅŸama biçimi gösteriyorlar? Buna dair bir izah lütfeder misiniz?

​

Halil NecatioÄŸlu: Efendim bu farklılık, o coÄŸrafî bölgelerdeki eski kültürlerle, örften, adet ve ananeden doÄŸan alışkanlıklarla ilgilidir. Her mıntıkanın kültürel ve sosyal deÄŸerleri birden bire ortadan kalkmıyor, yok olmuyorlar. Ä°slâm’a aykırı olmayan âdetler, yeni tarz içinde yaşıyor. Veyahut eski âdetlerden bir kısmı, bırakılmadığı taktirde Ä°slâm’a uygunlaÅŸtırılmaya çalışarak hayatiyetini sürdürme durumuna düÅŸüyor. Eskiye baÄŸlılar, eskiyi, revaçta olan temayüllerin karşısında ayakta tutabilmek için, eskiye yeni bir boya vurmak suretiyle, onların revaç bulmasını saÄŸlıyorlar.

​

akif inan.png

Akif Ä°nan: Böylece, dolayısıyla batıl tarikatların di izahını yapmış oluyorsunuz.

​

Halil NecatioÄŸlu: Tabii... Åžimdi, mesela; BektaÅŸî tarikatını inceleyen araÅŸtırmacıların hepsinin kabul ettiÄŸi bir gerçektir ki; BektaÅŸîlik bir takım batınî tarikatları kendi içinde eriterek onların bir muhassalası haline gelmiÅŸtir. Ve bunların içinde Kalenderîler gibi, Cevalika gibi, eski Åžamanist inanca sahip olanların düÅŸünce, inanç ve hareket tarzları gibi birtakım “deÄŸerler” vardır. Bu deÄŸerler o tarikatın içine sızmış, nüfuz etmiÅŸtir. O bakımdan “Tasavvuf temsilini tarikatlarda bulmuÅŸ mudur?” dersek, tasavvufun geniÅŸliÄŸi, tarikatların çokluÄŸu karşısında bu soruyu cevaplandırmak mümkün deÄŸil. Yalnız, ÅŸunu çok rahat söyleyebiliriz ki baÅŸta tarif etiÄŸimiz ölçülere uygun ve tarihî geliÅŸmeye tabi bir Hak Yol, her çaÄŸda vardır. Tasavvufun içinde, o endiÅŸeyi bütün canlılığıyla yaÅŸayan, Kur’ân-ı Kerîm’e merbutiyetini ve Resûlullah’a muhabbetini son derece canlı tutarak, her hareketini o ölçülere göre tanzim eden, adımlarını onların feyzi ile atan tarikatlar daima mevcut olmuÅŸtur.

​

Akif Ä°nan: Efendim, tarikatların teÅŸekküllü, geçmiÅŸte, bazı reaksiyonlarla karşılaÅŸmış mıdır? Bu reaksiyonların mesnetleri, yahut tutarlı, tutarsız yanları var mıdır? Bu konuda bir beyanda bulunur musunuz?

​

Halil NecatioÄŸlu: Tarikatlara veya mutasavvıflara karşı, yaÅŸadıkları devirlerde ÅŸüphesiz çeÅŸitli tavırlar takınılmıştır. Bu tavırların tarzı üzerinde, o ÅŸahsın ÅŸahsiyeti rol oynamıştır. Yani mutasavvıf olarak ortaya çıkmış olan ÅŸahsın, tasavvuftaki anlayışı, tasavvufu yaÅŸayış tarzı ve o ÅŸahsa bakan ÅŸahısların sahip oldukları zihniyetin yapısı, kafa yapısı, bu iÅŸte rol oynamıştır. Bu reaksiyonları, o zaman, her mutasavvıfın yaptığı mücadeleler, gördüÄŸü sempati ve antipatiler diye sonsuz derecede çoÄŸaltmak mümkün olabilir. Büyük tesir bırakmış her mutasavvıf, hayatı içinde sevgi görmüÅŸtür, taraftar bulmuÅŸtur; reaksiyon görmüÅŸtür, o reaksiyonların karşısında bir cehd sarfetmiÅŸtir; reaksiyonlarla uÄŸraÅŸma durumu içine girmiÅŸtir. Bunları ana noktada toplayarak özetlemek gerekirse, çok sadeleÅŸtirmek, basitleÅŸtirmek, çok büyük gruplar halinde ifade etmek gerekirse, bir kısım tenkitlerin, reaksiyonların ulemadan, Ä°slâm dinini az çok bilen kimselerden geldiÄŸini görmekteyiz; bu, bir grup teÅŸkil eder. Bir kısım alimler mutasavvıfların tavırlarına karşı çıkarak onlarla bir münakaÅŸa ve mücadele içine girmiÅŸlerdir. Söz geliÅŸi, mücerret kalmasın, misalle takviye olsun diye örnek vereyim; mesela “semâ” denilen görünüm, insanın manevî bir ÅŸevkle ayakta dönmesi... “Bunun Ä°slâm’da yeri nedir? Böyle yapanlara karşı nasıl bir tavır takınmak lazımdır? Bu hangi tesirle ortaya çıkmıştır? Böyle yapan ÅŸahıslar bunu nereden almışlardır?” diye bir münakaÅŸa açılmıştır.

​

Mutasavvıfların Devretmesi (Devran Zikri) Üzerinde Risale (Risâle fî hakk-ı deverâni’s-sûfiyye) diye eserler yazılmıştır. Neden? Çünkü onun takındığı bir tavır vardır, o tavra bu taraftan bir bakış vardır.

​

Bu çeÅŸit münakaÅŸaların bizce çözümü mümkündür. Çünkü elimizde “asıl kaynak” vardır: Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i ÅŸerîf vardır. Tavır iyi tarif edilmiÅŸse, yanlış bakılmamışsa, gözlük hatalı, çarpıtıcı deÄŸilse, ayna düz ise, onların hakkında bir hüküm vermemiz mümkün olur. Ve olayın cinsine ve yerine göre, bu çeÅŸit hadiseler karşısında, kâh ulema tarafını, kâh mutasavvıfların tarafını tutmak mümkündür.

​

Akif Ä°nan: Daha baÅŸka cinsten reaksiyonlar da olmamış mıdır?

​

Halil NecatioÄŸlu: Bir kısım reaksiyonlar da vardır ki; onlar dinî bir sebep ve endiÅŸeden doÄŸmuyor. Bu tür reaksiyonlar tasavvufu yabancı bir yaÅŸayış tarzı olarak görüp iyi nüfuz edememekten, iyi anlayamamaktan doÄŸan tenkitlerden ibarettir. Tenkit edilen o ÅŸahsın hakikî hâlet-i rûhiyesi iyi anlaşılmamıştır; ilk andaki görünüÅŸü üzerine karşı taraf bir tavır takınmıştır. Ä°yi anlamadığı ve bu sebeple tepki gösterdiÄŸi için haksızdır. Anlasalar belki kendileri de memnun kalacaklardır. Bunun için bir misal vermek gerekirse (tabii misalleri çoÄŸaltmak mümkündür), Ä°mâm-ı Gazâlî’nin gördüÄŸü reaksiyonları anabiliriz...

​

Menkıbeye göre eski kadılardan birisi, Ä°mâm-ı Gazâlî’nin Ä°hyâu ulûmi’d-dînisimli eserini nerede görse, “bunun içinde zayıf hadisler var” diyerek toplattırır ve yaktırırmış.

​

Bir gün kadı, rüyasında Resûlullah Efendimiz’i görüyor. Karşısında da bir ÅŸahıs var. O ÅŸahıs hürmetle Resûlullah’a, “Åžu kitabımı, bu ÅŸahıs hep yaktırmaktadır. Acaba bunda, sizin sünnet-i seniyyenize aykırı bir ÅŸey var mı?” diyerek kitabı takdim ediyor. Rüyada Resûlullah Efendimiz o kitaba bakıyor; “Benim sünnet-i seniyyeme muvafıktır.” cevabını veriyor. Onları yaktıran kadı da rüyada kamçı cezasıyla cezalandırılıyor. Kendisine bir kamçı vurulmuÅŸ, o kamçının acısıyla uyanmış, sırtında izi kalmış.

​

Gazâlî’nin kitapları bugün bile Suudi Arabistan’a yasak kitaplar arasında sayılarak, sokulamıyor; tehlikeli kitaplar arasında telakki ediliyor. “Gazalî ne derece töhmet altında tutulmaya layık kimsedir. Onu töhmet altında tutmak reva mıdır?” sorusuna cevap olarak; “Gazâlî Ä°slâm aleminin yetiÅŸtirdiÄŸi en büyük ÅŸahıslardan birisidir.” deriz.

​

Gazâlî’nin kitaplarını anlamamak, asıl niyetini anlamamaktan ileri gelmektedir. Onun asıl maksadı, Ä°slâmiyet’i, ruhuna uygun bir tarzda samimiyetle yaÅŸamak olduÄŸuna göre faaliyetlerinde haklıdır.

Ä°ÅŸte reaksiyonları bu tarzda sınıflandırabiliriz. Bu hadise Osmanlı kültür sahasında medrese-tekke çekiÅŸmesi ÅŸeklinde devam etmektedir. Burada herhangi bir tarafa itiraz edip de, acele hüküm verme tavrını doÄŸru görmüyorum. Çünkü Osmanlı sahasında “tasavvufu temsil etmekteyim” diyen kimselerin hakikaten tenkit edilecek bir takım garip davranışları olmuÅŸtur. Dini iyi bilen ulema arasında da, onların bu tavırlarına karşı, “dini koruma gayretinden” hamiyyet-i dîniyyeden doÄŸan reaksiyonlar olmuÅŸtur. Fakat bu tarikatların ruhuna inemeyen bir takım kimseler de vardır ki herhangi bir cepheye taklit yoluyla girip öbür tarafı bilmeden suçlamalara girmiÅŸtir.

​

Akif Ä°nan: BuyurduÄŸunuz gibi, bu iÅŸi münakaÅŸa mevzuu haline getirenler daha çok taklit ile konuya yönelenler oluyor.

​

Halil NecatioÄŸlu: Meselenin içyüzünü bilmeyenler oluyor. Bir kısım ulemanın da -tarihî pek çok hadiselerle tespit ediyoruz ki- tasavvufta antipati ile yola çıktığı, daha yakından tanıdığı zaman ona, kendisinin öz, ÅŸeriate baÄŸlı inancı ile baÄŸdaÅŸtırarak intisap ettiÄŸini görüyoruz.

​

Gazâlî de bunun misallerinden biridir. Gazâlî, bir zamanlar, BaÄŸdat medresesinde muhteÅŸem sarık sarıp, altınla dokunmuÅŸ cübbe giyerek, haÅŸmetli bir ilim adamı olarak ders verirken, daha sonra bu yolun sığlığını görüyor, tasavvufa intisap ediyor medrese ile tekkeyi birlikte yürütüyor.

​

Ä°kinci misal: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin bizzat kendisidir. Mevlânâ da önceleri bir ilim adamı olarak “karşı” durumda iken, sonradan tasavvufu iyi tanıdığı zaman; bozulmamış ananesine sahip, din dışı tesirleri almamış, gerçek tasavvufu, derunî hayatı tanıdığı zaman, inadından ve karşıt tavrından vazgeçmiÅŸ kimselerden birisidir.

​

Ben, kendi hayatımda da bunun misalini verebilirim: Liselerde edebiyat kitapları okutulurken bende uyanan tesir antipati idi; tasavvufun. Vahdet-i vücûdun anlatılış ÅŸekli bende (edebiyatçıların, tabii, dini bilmeden anlatış ÅŸekli ile) ÅŸeriat namına tasavvufa antipati meydana getirmiÅŸti. Åžimdi acizâne, Åžer’-i Åžerîf’e olan saygımın her an daha da ziyadeleÅŸmesini Cenâb-ı Hak’tan dileyen bir kimse olarak, Kur’ân-ı Kerîm’i ve hadîs-i ÅŸerîfi baÅŸ tacı etmeyi cân-u gönülden kendisine prensip edinmiÅŸ bir kimse olarak, has ve halis tasavvufa karşı çıkmanın çok yanlış ve çok tehlikeli bir ÅŸey olduÄŸu noktasına gelmiÅŸ bulunuyorum. Tasavvufun ihtiyarî bir zevk mesleÄŸi olmadığı, aksine her müslüman için mecburî, zarurî bir yol olduÄŸu kanaatine gelmiÅŸ bulunuyorum. Åžer’-i ÅŸerîfe, hadîs-i ÅŸerîfe, âyet-i kerîmelere baÄŸlı bir kimse olarak.

​

Bugünkü sosyal çevreden dindar zümreden misal vereyim: Arapça bilen, Arap ülkelerinde okumuÅŸ bir takım kimseler var ki onlar tasavvufa karşıdırlar. Tasavvufu bilmedikleri için...

Onları, tasavvufu tanımayanlar safına sokuyorum. Tanımadan bilmeden, -insanoÄŸlu bilmediÄŸi ÅŸeye düÅŸmandır- tasavvufa karşı tavır alıyorlar.

​

Ben, tabi, tasavvufun sözle öÄŸrenilmediÄŸini de, fiilen kendi hayatımda görmüÅŸ bir kimseyim. MesleÄŸim dolayısıyla ilim erbabı arasında bulunmak durumunda olduÄŸum halde ve tasavvufa dair pek çok kitap okuyan bir kimse olduÄŸum halde, tatbikatın kitaplarda anlatılanlardan çok daha baÅŸka ÅŸeyler kazandırdığını fiilen görmüÅŸümdür.

​

EÄŸer, böyle bir aile muhiti içinde olmasaydım, korkarım ki buna muhalif ve bu hususta cahil ve mütecaviz bir kimse olarak kalmak durumunda olurdum.

​

Akif Ä°nan: Muhterem Hocam, lise ve yüksek okul döneminde tasavvufun öÄŸretiliÅŸinden bahsetmiÅŸtiniz. Tasavvuftan bahsederlerken, adetâ onu, Åžeriat’ın getirmiÅŸ olduÄŸu dar kalıpları kıran, serbest düÅŸünceye çok müsait, kiÅŸinin zihnî tekamülüne kapılar açan bir serbest düÅŸünce ortamı olarak anlatma, Türkiye’nin bir kesiminde gelenekleÅŸmiÅŸ gibidir. Özellikle Yunus’u, Mevlânâ’yı zikrederlerken sık sık bu kabil izahlarına ÅŸahit oluyoruz. Buna dair buyuracağınız bir izahat var mıdır?

​

Åžeriat’ı, adetâ toplumu sıkboÄŸaz eden hükümler olarak; tasavvufu ise bu durumu rahatlatmış, fikir ve sanat adamlarının yetiÅŸmesine ortam hazırlamış, Åžeriat’ın dar kalıplarını kırmış bir harekat olarak gören aydınlar vardır.

​

Halil NecatioÄŸlu: Bu kendi zu’mlarıdır, kanaatleridir. Kendi nefsanî isteklerinin yazıya dökülmüÅŸ ÅŸeklidir. Tasavvuf bir bakıma öyle bir meslek ki eskiden, tasavvufa intisap etmek isteyen kimseye, tasavvuftaki büyüÄŸü; “ Evladım! Sen ÅŸer’-i ÅŸerîfin ahkâmıyla amel eyle, bu yol zordur, tasavvuf demirden leblebidir.” derlermiÅŸ. Bunun için onların anlattıkları, yaptıkları yorumlar kendi hayalleri ve temennileridir.

​

Ama yine burada böyle derken, tabii, tarikatların çeÅŸitliliÄŸini, bizim tanıdığımızla onların tanıdıkları, bildikleri tasavvuf arasındaki farkları da nazar-ı dikkate almak durumundayım.

Akif Ä°nan: Hocam, bu durum mesela edebiyatımızdan örnek verecek olursak, mutasavvıf sanatkârlarımızın bazı sembolleri tasavvuftaki farklı, özel anlamlarıyla kullanmalarında ve fakat ona yorum getirenlerinse tamamen zahire baÄŸlı kalarak açıklamayı seçmeleriyle de ilgili deÄŸil mi acaba?

​

Mesela, Hz. Mevlânâ’nın olsun, Yunus’un olsun, Fuzulî’nin olsun, birçok ÅŸiirlerindeki mâlum teÅŸbihler; meyhane, sâki, pîr-i mugân, ÅŸarap gibi kelimeler kullanmışlardır... Tasavvufta kendine mahsus anlam ve izahları olan kelimeleri, dünya ehli, dış manasına bakarak yorum getiriyor olduÄŸu için, birçok mutasavvıfları, Åžeriat’ın dışında, dar kalıplar içinde kalmamış kiÅŸiler olarak görüyorlar.

​

Halil NecatioÄŸlu: Efendim, tasavvufun, tabii, dışarıdan ve eserlerden anlaşılmasında güçlük var. Ä°nsan, tasavvufun içine girdiÄŸi zaman görür ve fiilen yaÅŸadığı zamanlar anlar. Kitapta yazılanların ise nasıl anlaşılması gerektiÄŸini o zaman çıkarır.

​

Bu ÅŸahısların meseleye yaklaÅŸma tarzları, ilmî metod yönünden tenkit edilebilecek tarzdadır. Bir ÅŸeyi anlamak için, insanın ön kanaatlerden sıyrılmış olması lazımdır. Önce bir vakıanın ne olduÄŸunu anlaması, sonra deÄŸerlendirip hüküm vermesi lazımdır. Oysa bu bahsettiÄŸimiz kiÅŸiler, hadiselere böyle yaklaÅŸmıyorlar. Tasavvufu öÄŸrenmeye çalışırken onu doÄŸru anlamak ve her ÅŸeyleriyle ona teslim olmak arzusuyla yaklaÅŸmıyorlar. Kendileri bir hayat yolu tutturmuÅŸlar, benimsedikleri deÄŸerler ve prensipler var. Ä°ÅŸin en kötü tarafı, bu prensiplerden vazgeçmeye niyetleri yok. Oradaki ifadeleri, daima, kendi görüÅŸlerine göre deÄŸerlendiriyorlar. Halbuki mutasavvıf öyle demek istememiÅŸtir. Mesela: Mevlânâ, “kâfir de olsan, putperest de olsan, ateÅŸperest de olsanız gelin, hepinizi o halinizle aynen kabul edecek bir insanım” diyecek kiÅŸi deÄŸildir. Mevlânâ hazretlerini iyi tanısalar, böyle geniÅŸ bir tavrının mümkün olmadığını görürler. Bu sözde esas kasıt, tevbeye davettir. Esasen bu söz Mevlânâ hazretlerinin deÄŸildir, türbeye yazılmış daha baÅŸka bir Ä°ran ÅŸairinindir; Allahu Teâlâ hazretlerinin, tevbe etmek ÅŸartıyla her günahkârı bağışlayabileceÄŸini, onun için geçmiÅŸteki günahla dolu ömründen dolayı ümitsizliÄŸe düÅŸmemesi gerektiÄŸini ifade eden bir sözdür. Onların anladıkları tarzda anlamaya Mevlânâ’nın düÅŸünce yapısı yönünden imkân yoktur.

Sonra o ÅŸahıslar, yani tasavvufun mukallitleri deÄŸil de, gerçek ehli, gerçek büyükleri incelenecek olursa görülür ki tasavvufun gayelerinden biri Allah’ı bilmektir, diye baÅŸtan söylemiÅŸtim. Bu bilmenin kademeleri içinde önce kendi üstadına muhabbet, bundan sonra ve ona kıyasen ve müÅŸahhastan mücerrede yükselmek suretiyle Resûlullah’a muhabbet, bundan da Allah’ın varlığını hissederek ona muhabbete yükselmek gelir. Onlar bilirler ki ve fiilen görürler ki Resûlullah’ın sünnetindeki bir küçük ihmallerinden dolayı sahip oldukları yeri derhal kaybederler. Bunları fiilen gördükleri için, onların, Resûlullah’ın sünnetini deÄŸil de âdâbı bile ihmal etmeleri mümkün deÄŸildir. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin âdâb hakkındaki görüÅŸleri, meÅŸhur bir gazelinde geçer, edepten mahrum olursa, bir insan Rabbı’nın lütfundan mahrum kalır, artık müterakki olması mümkün deÄŸildir. Sünnet-i seniyyeye bir küçük muhalefetten başına neler geldiÄŸini ve nice çırpındığını büyük bir mutasavvıf, kitabında anlatır. Helaya bir keresinde saÄŸ ayağıyla girdi -halbuki oraya sol ayakla girmesi âdâbdandır- diye kaç gün nice sıkıntı çekmiÅŸ. Bir baÅŸkası da Sünnet-i seniyyeye aykırı olarak, basur illetini daÄŸlama suretiyle tedavi etmek yüzünden sahip olduÄŸu bir mertebeyi kaybettiÄŸini kaydeder. Onun için bu iÅŸin gerçek mümessilleri tasavvufun, Åžer’-i ÅŸerîfin ahkâmından zerre kadar dışarıda olmadığını, deÄŸil sünnetleri, âdâbı terkettiÄŸi zaman bile çok ÅŸey kaybedeceÄŸini bilirdi. Sünnete ve âdâba riayeti çok ÅŸiddetle tavsiye ederlerdi. Nitekim Ä°mâm-ı Rabbânî kuddise sırruh, rivayete göre kendisine çift sayıda çiçek getiren müridine: “Evladım! Niye bunu üç, beÅŸ veya yedi çiçek olarak getirmedin? ‘Allahu Teâlâ hazretleri tektir ve teki sever’ hadisini bilmez misin?” demiÅŸ; böyle bir detayı dahi söylemiÅŸtir.

​

Onun için tasavvufu keyfî yorumlayan bu ÅŸahıslar, yanlış metod kullanıyorlar. ÖÄŸrenmek metodunu deÄŸil, istismar metodunu kullanıyorlar. Kendi hayatlarına destek arıyorlar ve kendi hayatlarını esas alıp büyükleri kendilerine tabi kılmaya çalışıyorlar ki bu, edebe çok aykırı bir yoldur. Bunun için onların felah bulmaları da mümkün deÄŸildir.

​

Gerçek tasavvuf, semere olarak insanı muhabbet-i Resûlullah’a, hatta müÅŸâhade-i Resûlullah’a ulaÅŸtırır. Ä°mam Süyûtî rahmetullâhi aleyh uyku dışında, uyanıkken Resûlullah’ı elliden fazla gördüÄŸünü beyan ediyor. Muhammediyye’nin yazarı, o kitabı Resûlullah’tan aldığı talimat üzere yazdığını söylüyor. Hatta büyük mutasavvıflar büyük eserlerini böyle emir olmadıkça katiyen yazmamışlar. Onun için, “Resûlullah ile bir anlık irtibatım ve müÅŸahedem kaybolsa, kendimi müslüman saymazdım.” diyen mutasavvıflar vardır. Demek ki her an Resulullah ile “huzur” halinde; o olmadığı zaman kendini gerçek müslüman saymıyor. Hakikaten o dereceden sukut ve nüzül olur.

Velhasıl Åžeriat’ın sıkıcı ve dar, tasavvufun ona reaksiyon mahiyetinde ve müsamahakâr olduÄŸunu mukallitler ve gafiller söylüyorlar. Resûlullah’ı müÅŸahede hali, küçücük bir edepsizlik ve kontrolsüzlük yapılsa düÅŸerdi. Ortadan kalkardı bu hal...

​

Bunun ötesinde,

“Allah nerede olsak yanımızdadır.”[10] 

 

“Nereye dönsek oradadır.”[11]

​

Yunus Emre;

İstemegil anı ırak,

Gönüldedir ana durak[12]

​

diyor. Demek ki Allah bize bizden yakınken ona eriÅŸmek lazımdır. Niye farkında deÄŸiliz, niçin eriÅŸmemiÅŸiz? Gerçek mutasavvıf eriÅŸmiÅŸtir. Çünkü gerçek müslümandır. Allah’ın tecellisine mazhardır. Onlar o zevki tatmış kimselerdir. Onun için bu kimselerin Åžeriat’ı bir külfet olarak kabul etmeleri Åžer’-i ÅŸerîfin ahkamını dar kalıplar olarak görmeleri mümkün ve mütasavver deÄŸildir. Bu sözü söyleyenlerin sözleri cehaletlerine iÅŸaretten baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir.

​

Akif Ä°nan: Muhterem Hocam! Ä°slâm’ın yayılmasında “Murabıt”lardan bahsettiniz. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin kuruluÅŸunda da gene birçok tasavvuf kahramanının etkilerini veya devlet kurucularıyla olan münasebetlerini yakından bilmekteyiz. Keza tüm Ä°slâm toplumlarının fikir ve sanat hayatlarında büyük isimlerin hemen hepsinin ya tasavvuf mensubu olduÄŸunu veya en azından tasavvufî düÅŸünceye karşı çok yakın bir baÄŸ içerisinde bulunduÄŸunu görüyoruz. Bugün de toplumu canlı kılan, doÄŸurgan kılan büyük sanat, fikir üretiminde, ülkenin büyük hamleler yapabilmesinde tasavvufun güçlü dinamikleri olduÄŸu fikrine varmak mümkün müdür? Ve bugün için de gene aynı meslekleri, dinamikleri toplum için geçerli görür müsünüz?

​

Halil NecatioÄŸlu: Tasavvuf hayattır, tasavvufun dışı ölümdür. Resûlullah aleyhisselâm “Zikrullah kalbi diriltir, suyun bir kuru araziyi yeÅŸillendirdiÄŸi gibi.”[13]diyor. Ä°nsanın gönlü katı olduktan sonra ondan bir hayır gelmesi mümkün deÄŸildir. Türkiye’nin, Dünya’nın, insanoÄŸlunun problemleri incelenecek olursa, iÅŸ, sonunda o insanın iç alemine, pisikolojik yapısına, yani “gönül diriliÄŸine” gelir. Gönlü diri olan insanlar dinamiktir, baÅŸkalarına müspet bir tavır ile yaklaşıp yönelmiÅŸtir.

Gönlü ölü olan insanlar her yerde her zaman problemdir, çıban başıdır, dikendir: Takılır, çeker, yırtar, koparır durumdadır. Onun için ben tasavvufu ihtiyarî bir zevk meÅŸrebi olarak görmüyorum. Ä°nsanın gerçek yaÅŸayışa erebilmesi, gafletten kurtulması bir nevi ölümden kurtulup hayata dönmesi için, gerçek hayatı tatması için zarurî bir faaliyet olarak görüyorum. Allahu Teâlâ’nın insana iÅŸaret ettiÄŸi hayat gayesi olarak görüyorum. Allahu Teâlâ:

“Hanginiz daha güzel amel edecek diye sizi dünyaya gönderdim.”[14]buyuruyor. Gaye o en güzel ameli yapmaktır. Tasavvufu, “Allah’tan hakkıyla korkun da müslüman olarak ölün.”[15] tavsiyesinin zarurî gereÄŸi olarak görüyorum. Çünkü kim bu dünyada âmâ ise Âhirette de âmâ olarak haÅŸrolacak.[16] Ä°nsan bu dünyadaki âmâlıktan kurtulmazsa, hayattaki gayesine erememiÅŸ demektir. Gayesine eremeyen insandan da hayır belki tesadüfen çıkabilir ama isteyerek bir hayır çıkması mümkün deÄŸildir. Onun için herkesin muhakkak tasavvufun ÅŸu iki gayesini -madem Kur’an ve hadîs-i ÅŸerîfin emirleridir- kendi içinde tahakkuk ettirmesi lâzımdır. Yani var olan, kendisini çepeçevre kuÅŸatmış olan Mevlâsıyla baÄŸlantısını kurması lazım Mevlâsı kendisine o kadar yakınken kendisi Mevlâsından o kadar uzakta kalmaması lazımdır. Çünkü Allahü Teâlâ hazretleri kâinatı yaratıp da, bilinmeyen, çok uzaklara çekilmiÅŸ bir varlık deÄŸildir.

​

Yani; Allahü Teâlâ hazretleri, “Her an bir oluÅŸ, hareket, faaliyet, canlılık ve iÅŸtedir.”[17] Uzakta deÄŸildir. Kusur bizdedir. Bizim aletlerimizde eksiklik vardır. Bunu, bu mârifeti insanın muhakkak tahakkuk ettirmesi lazımdır. Hem hayatta hem de âhirette mutluluÄŸu için bu ÅŸart. Bunu tahakkuk ettirmediÄŸi zaman, âhirete de kör gidecektir. Bu dünyada gafil gelip göçtüÄŸü gibi, âhirette de hiç bir ÅŸey elde edemeyecektir. Ebedî saadet için bu iki ÅŸart:

1- Allahu Teâlâ hazretlerini tanımak ve O’nunla o beraberliÄŸi, ünsiyeti tatmaktır.

2- Nefsini tezkiye, ahlâkını terbiye etmektir.

​

Ahlâk, mâlum, sosyal bir hadisedir, münferit deÄŸildir. Toplum olmasaydı, insan tek başına olsaydı ahlâk diye bir ÅŸey de bahis konusu olmayacaktı. Ahlâk, cemiyet içinde yaÅŸamanın tezahürüdür. O halde cemiyetin nizamına en büyük katkıyı veren, cemiyet nizamının fertlere taalluk eden menbaını teÅŸkil eder, ahlâk... Onun için ahlâkı tahakkuk ettirmeden, insanın cemiyetine faydalı olması, onu tahakkuk ettirmemiÅŸ insanlardan kurulu cemiyetinde baÅŸarılı olması mümkün deÄŸildir. Bunu adım kadar net, babamın adı kadar net bir ÅŸekilde, inanarak ve hiç bir ÅŸeyin etkisinde kalmaksızın çok net olarak görüyor ve söylüyorum. Bir insanın bu iki gayeyi tahakkuk ettirmeden insan olması mümkün deÄŸildir.

​

Eskiler, bu gayeleri tahakkuk ettirdikten sonra verimli olmuÅŸlardır, semereli olmuÅŸladır. Ve hangi insanı beÄŸenirseniz, o ehl-i dîldir, gönül ehlidir. Hangi insanı sevdiyseniz, o bu meseleleri halletmiÅŸtir; yaÅŸamıştır, size kadar gelmiÅŸtir, onun için sevilmektedir. Yunus’u ondan severiz. Mevlânâ hâlâ onun için yaÅŸamaktadır. Hacı Bayram-ı Velî onun için hâlâ öyledir. Efendim, Ä°brahim Hakk-ı Erzurumî hazretleri, Ä°smail Hakk-ı Bursevî hazretleri onun için böyle diridir.

Bugün de cemiyetin dinamizmi ve kurtuluÅŸu için çare bu gayeleri tahakkuk ettirmektir. Bunu, tahmin ediyorum ki bizim düÅŸmanlarımız bizden daha iyi gördükleri için mâlum çevrelerde tasavvufa bu kadar büyük bir düÅŸmanlık vardır, bugünkü hayatımızda...

​

Tasavvuf ve tarikatlar tarihî bir vâkıa olarak, fetihlere yol açmış, fetihlerin kaynağı olmuÅŸtur. Siyasî baÅŸarıların kaynağı olmuÅŸtur. Misalleri ÅŸöyle sıralayabiliriz:

​

Hatırlarsınız, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ölüm hadisesi için “Åžeb-i arûs” der. Yahya Kemal bile, takliden de olsa, “Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde” diyerek ölümü tatlı bir hadise olarak vasıflandırır. Bu Mevlânâ’da yapmacık deÄŸildir. “Benim ölümüm üzülecek bir hadise deÄŸildir”[18] diye bunu ÅŸiirlerinde iÅŸlemiÅŸ. Bu deyiÅŸi çok canlı ve çok tabiidir. Ä°nsan, biraz daha dikkatli düÅŸünürse, ve ileyhi türceûn[19] âyetini okuyup da sevinmemesi mümkün deÄŸildir; “Elhamdülillah sonunda ona döneceÄŸiz” diye sevinmemek mümkün deÄŸildir. O halde ölümü bu kadar mûnis görünce, insan hayatı bu tarzda görünce, âhireti, ebedî hayatı bu kadar canlı görünce, tanıyınca o zaman “ölüm korkusu neymiÅŸ, ÅŸahsî, küçük hasis menfaatler neymiÅŸ”, diye düÅŸünür. Dînin kendisine göstermiÅŸ olduÄŸu gayeler uÄŸruna canını rahatlıkla verir. Osmanlılar’ın baÅŸarısı buna dayalıdır. EÄŸer Osmanlılar’da ölüm korkusu olsaydı, fütûhattaki baÅŸarısı da olmazdı. Osmanlı, dört bin kiÅŸilik bir orduyla, koca bir Sırp ordusuna saldırmıştır, kırıp geçirmiÅŸtir. Neden? “Ölürsem ÅŸehit kalırsam gazi olurum” demiÅŸtir; kalmayı da istememiÅŸtir. Çanakkale harbine kadar bu böyle devam etmiÅŸtir. Bir hadise anlatırlar: Subayın birisi, siperde erlerden iki kiÅŸinin aÄŸlaÅŸtığını görüyor, yanına çağırıyor onları, komutanı olarak. Moral vermek istiyor; diyor ki:

“Niye aÄŸlaşıyorsunuz? Ayıp deÄŸil mi? Asker adam aÄŸlar mı?”

“Bir ÅŸey yok komutanım” diye geçiÅŸtirmek istiyor erler.

“Söyleyin bakalım, neden aÄŸlıyorsunuz? Ölümden mi korkuyorsunuz?” diye üsteliyor. Yine söylemek istemiyorlar. Sonunda anlaşılıyor ki düÅŸünceleri ve üzüntüleri;

“Bu kadar harbe girip çıkıyoruz, bir türlü ÅŸehadet nasip olmadı, bizim ne kusurumuz var ki buraya kefenimizi koynumuza koyup ÅŸehit olmaya geldiÄŸimiz halde, Allah bize bu büyük rütbeyi ihsan etmiyor?” imiÅŸ. Bu nedenle aÄŸlarmış zavallılar!

​

İstiklal harbi de bu ruhla kazanılmıştır. Eğer İstiklal harbine inkarcı, eyyamcı, devrimbaz bir zihniyetle girmiş olsaydık şimdiye ya Amerikan mandasındaydık, ya da Balkanlar gibiydik, Kırım, Kafkasya gibiydik...

​

Osmanlı devlet adamlarının halka hizmet zihniyetlerini düÅŸününüz. Åžah’ın yurt dışına kaçırdığı serveti hatırlayarak sorun bu soruyu kendinize; Osmanlı devlet adamları da yurt dışına büyük servetler kaçıramazlar mıydı? Kaçırabilirlerdi. Oysa ki sekreterlik yaparak, daktilo yazarak, ayakkabı tamir ederek hayatlarını devam ettirmiÅŸlerdir. Ama devlet hazinesinden bir ÅŸey kaçırmayı düÅŸünmemiÅŸlerdir. Sultanıyla, paÅŸasıyla, aÄŸasıyla, esnafıyla hayır ve hasenata yönelmiÅŸlerdir. Maddi zenginliklerini halkın hizmetine, halkın menfaatine yöneltmiÅŸlerdir. Servet yığmayı ve müsrifçe, bencil yaÅŸamayı uygun görmemiÅŸlerdir. Bir mesuliyet duygusuyla hareket etmiÅŸlerdir, büyük ölçüde.

​

O halde siyasi baÅŸarıda da tasavvufun verdiÄŸi gücün büyük etkisi vardır.

Sanata gelince; malum, sanat gönül iÅŸidir. Gönlü kıpırdamayan bir insanın güzelliÄŸi sezmesi, bulması ve tasvir etmesi mümkün deÄŸildir.

​

Bize kadar ulaÅŸan Osmanlı sanatkârlarını inceleyecek olursak, büyük ölçüde gönül erbabı insanlar olduÄŸunu görürüz. Tabii, sanatın menÅŸei “heyecan” olduÄŸu için insanın, beÅŸeri, cinsi, maddi heyecandan doÄŸma sanat eseri meydana getirmesi de mümkündür, bir insanın bir kıza karşı duyduÄŸu sevgiden dolayı çok güzel, lirizm seviyesi çok yüksek bir ÅŸiir söylemesi mümkündür. Ama tasavvufun verdiÄŸi duygularla kıyaslanamaz. Onlar o kadar kuvvetlidir ki o kadar canlıdır ki bu duygu, insanı havada uçurur ayaklarını yere deÄŸdirmez. Mevlâlâ’nın çağını nasıl etkilediÄŸini düÅŸünün... Mevlânâ herkesi ÅŸaşırtmıştır. Herkesi sarmıştır, harekete getirmiÅŸtir. Mutasavvıf böyledir. O kaynaÄŸa yaklaşıp o lezzeti tattı mı artık onu tutmak mümkün deÄŸildir. Arif Nihat Asya’nın bir beyiti var:

Ä°çsen bu sudan dostum, bir daha susamazsın,

Bir hal gelir ağlıyamazsın, susamazsın

​

der. Ä°nsan bu hale gelir. Bundan sonra sanatın her çeÅŸidi dökülür, kaleminden, elinden, dilinden...

​

Osmanlı sanatını mimariden musikiye, edebiyata ve daha baÅŸka sanatlara doÄŸru inceliyecek olursak büyük sanatkârların hemen hepsinin böyle olduÄŸu görülür. Söz geliÅŸi hangi sanatkârı inceleseniz muhakkak Gazâlî’yi okumuÅŸ, muhakkak Mesnevî’den feyz almıştır. Åžeyh Galib;

Esrarını Mesnevî’den aldım,

Çaldımsa da miri malı çaldım.

​

diyor. Devlet malı çaldım, ÅŸahıs malı çalmadım, diyor. Müteessir olmuÅŸtur Mevlânâ’dan, Hüsn-ü AÅŸk’ın ilhamını oradan almıştır.

​

Hasılı Osmanlı kültüründe tasavvufun sanata, edebiyata, müsikiye, mimariye kaynaklık ettiÄŸini görmek mümkündür. DiÄŸer sahalardaki tesirlerinin hepsi de ispat edilebilir.

​

Akif Ä°nan: Muhterem Hocam, “ÅŸeriat ehli”, “tarikat ehli” diye yapılagelen ayrıma ekleyeceÄŸiniz bir ÅŸey var mı?

​

Halil NecatioÄŸlu: Bu son derece önemli bir konudur. Tasavvufu Åžeriat’ten ayırmak, insanın derisini yüzerek etinden ayırmak gibi bir ÅŸeydir. Çünkü ÅŸeriatsiz olarak tasavvufun gayelerine ermek mümkün deÄŸildir. Kâinatın sahibi var ve Bir olduÄŸu için her ÅŸey ondan gelmektedir. Kâinatın sahibinin rızası olmadan bir ÅŸeyi elde etmek mümkün deÄŸildir. Bahçıvan müsaade etmezse bahçeye girip gül koparmak mümkün olur mu? Onun için ÅŸeriat, hükümlerdir, iÅŸin sözleridir; Tarikat onun “hâle” intikalidir. Hüküm olmasa ‘hâl’i olmaz; zarf olmazsa mazruf durmaz; Zarfın içindeki durmaz. O onun zarfıdır. Binanın betonarme iskeleti olmasa, tuÄŸlası olmasa içindeki mobilyalar, süsler duvarındaki tablolar vs. olamaz. Bunlar birbirlerini tamamlamaktadırlar. Åžer-i ÅŸerîf ile tarikatı da öyle düÅŸünmek, aralarındaki bu ilgiyi böyle bilmek gerekir.

​

Her zaman ortada bir tarikat vakıası var. Fakat, bu, ÅŸeriat ahkamından uzakta ise, yanlış yoldadır. Bunların mensupları bir takım dünyevi deÄŸerler elde edebilirler. Mesela, Hint fakirlerinin yaptığı olaÄŸanüstülükler gibi, Zati Sungur’un hokkabazlıkları gibi olmasa bile, insan tabiatının müsaade ettiÄŸi bir takım hünerleri mekanik olarak gerçekleÅŸtirebilir. Ama bundan öteye bir ÅŸey saÄŸlayamaz. Yani kâinâtın Yaradanıyla ilgi ve âhiretin deÄŸerleri yönünden hiç bir ÅŸey elde edemez.

​

Akif Ä°nan: Efendim, bir kanaat da; insanların, ya da toplumun, bunalımlı dönemlerinde tarikatlere yöneldiÄŸi merkezindedir. Sosyal çalkantı, bunalım içinde olanlar adeta imdat kapısı, teselli kapısı olarak tarikatlere yöneliyorlar. Çünkü bu nokta-i nazarda olanların beyanlarına göre tasavvuf, iÅŸte “bir lokma, bir hırka” felsefesidir. Ancak kendilerine huzuru, sükûnu, teselliyi tarikatler veriyor, diye söyleniyor.

​

Oysa tarikat, toplumların bunalımlı hallerinde onlara yeni hamleler aşılama, yeni dinamikler getirme harekâtı olmuÅŸtur. Bunun en bariz örneÄŸini de Osmanlı’nın kuruluÅŸ döneminde görüyoruz. Selçuklular’ın dağılmasını müteakiben, Anadolu’nun bir çok mutasavvıflar tarafından yeni baÅŸtan, mânen inÅŸa edildiÄŸini görmekteyiz.

​

Ä°ÅŸte, buyurduÄŸunuz, Mevlânâ, Hacı Bayrâm-ı Velî, Emir Sultan... gibi daha bir çok velî, bir çok büyük zâtın, o dönemde toplumun âdeta büyük bir devlet halinde zuhur etmesinde, yeni bir devletin oluÅŸmasında emekleri oluyor. Nitekim büyük bir devlet teÅŸekkül ediyor.

​

Åžimdi de bir bakıma, Türkiye’nin içinde bulunduÄŸu sosyal durum, gerçekten çok bunalımlı. Selçuklu’nun yıkıldığı dönemin manzarasını andırıyor. Biz dünkü tarihi hâle bakarak bugün de Türkiye’nin insanının mânen onarılması bakımından, onu geçmiÅŸte olduÄŸu gibi, büyük bir devlete dönüÅŸtürme bakımından yine hâlâ tasavvuf harekâtını bugün için gerekli, toplumu ihya edici bir dinamik olarak sayıyor muyuz? Bu konuda da kapanış konuÅŸması mahiyetinde açıklamada bulunur musunuz?

​

Halil NecatioÄŸlu: Sözünüzün başında söylediÄŸiniz yanlış yoruma dair, tasavvufu anlatan araÅŸtırıcıların, yazarların eserlerinde ifadelere rastladım.

​

Diyorlar ki tasavvuf toplumların çalkantılı zamanları, bunalımlı zamanlarında bir sığınak vazifesi görüyor. Ben bu tarzdaki izahlara, vakıaya uygun bulmadığım için katılmıyorum. Yoksa ÅŸahsi bir görüÅŸ olarak deÄŸil... Vakıa baÅŸka türlü... Vakıa insan ruhunun ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç, hatta huzurlu günlerde daha da artıyor. Mesela, Amerika, Ä°sviçre gibi maddi refahı zirveye çıkmış toplulukları düÅŸünelim. Onların da ruhî ihtiyaçları hiç deÄŸiÅŸmiyor. Onlar da her türlü konfora sahip olduÄŸu halde, bir takım ihtiyaçlar içerisinde kıvranıyorlar. O halde, tarihi bu ÅŸekilde tefsir etmek ve tasavvufu insanların sadece bir bunalım döneminde sarıldığı bir teselli kaynağı gibi görmek doÄŸru deÄŸil. Aslında bunalımlı insanlar da, bunalımsız insanlar da hepsi ruhî bir boÅŸluÄŸu doldurmadıkları takdirde, o boÅŸluÄŸu doldurmak için çırpınıyorlar. Bir bakıma tasavvuf, insanın ruhî boÅŸluÄŸunu doldurma meselesidir. Onun için tasavvuf, zengin için de fakir için de, Amerika için de Kuveyt, Hindistan, Japonya, Çin için de aynı derece ihtiyaçtır. Dün olduÄŸu gibi, bugün için de ihtiyaçtır. Çünkü insan ruhunun tatmine ihtiyacı olan, doldurulmasını temenni ettiÄŸi boÅŸluÄŸu vardır. Aradıkları vardır. Her insan bunu arar; “Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Bu hayatın mânası, gayesi nedir? EÄŸer çoluk çocuk edinmekse edindim; mal, mevki edinmekse ona da sahip oldum, o hâlde bundan sonra ne olacak?...” gibi soruları herkes sormuÅŸtur. Ä°nsan ihtiyaç anında Mevlâsına iltica eder. Dua ve tazarru eder. Ama bu tarzda ruhî ihtiyaç sadece sosyal bunalımlı devreye mahsus bir ihtiyaç deÄŸildir.

​

O halde bu tür izah tarzı müsteÅŸriklerin materyalist görüÅŸlerinden ibaret olabilir, ama vakıaya uygun deÄŸildir. Zengin de fakir de aynı ihtiyacı duyuyor. Binaenaleyh onların söyledikleri, gerçeÄŸe uygun deÄŸildir.

​

Ä°nsandaki boÅŸluk muhakkak dolmak ister. Ä°nsan Mevlâ’sını muhakkak bulmak zorundadır. Allahu Teâlâ hazretleriyle, yaratıcısıyla irtibatı temin etmediÄŸi müddetçe insan, çırpınıp duracaktır. Ölümden sonrasına ait “yakîn” (tereddütsüz inanma) hasıl olmadıktan sonra, ona ait bir tatmin duygusuna ermedikten sonra insanın çırpınışı muhakkak devam edecektir.

​

Bu ihtiyaç, sahte bir takım tatmin edicilerle uyuÅŸturulabilir, kısmen tatmin edilebilir. Ama bu ihtiyacın cevabı doÄŸru olmadığı zaman, çırpınma biraz dursa bile netice hasıl olmayacaktır. Bunun asıl çözümü, Allah’ı tanımaktan ve O’na kendisini sevdirmekten geçer. O’na sevgili bir kul olma yolunda hareket ettiÄŸi zaman, O da kula kendisine ait sevgiyi ihsan edecektir. Muhabbetullah bu ÅŸekilde olur. DoÄŸrudan doÄŸruya kulun rabbini sevmesi haddi deÄŸildir. Mevlânâ’nın bir gazelini geçenlerde okuyordum da dikkatimi çekti, diyor ki: “Biz çelik parçalarıyız, senin aÅŸkın mıknatıs” Çelik parçası hareket eder gibi görünür, ama hareket kendisinden deÄŸil, mıknatıstan gelmektedir. Asıl menÅŸei orasıdır. Oradan o cazibenin gelmesi için de kulun, edebe riayet etmesi ve Allah’ın nelerden hoÅŸlandığını bilerek onları yapması gerekir. Onları yaptıktan sonra geliÅŸme gösterir.

​

Akif İnan: Tasavvuf terbiyesi almış bir kişinin anarşist olabileceğine ihtimal verilebilir mi?

​

Halil NecatioÄŸlu: Katiyen. Bir kere sıkıntı duyacağına, ruhî bir bunalım içine düÅŸeceÄŸine ihtimal verilmez.

​

Bugün bir siyasi tutukluyu ziyaret ettim. Neticede hastadır, ızdırap çekmektedir, hastahanede aylardır durmaktadır, sanıktır, muhakemeleri bahis konusudur, fakat ruhî metanetini ibrete deÄŸer durumda gördüm. Halen dışarıda gezen, idareci olan yüksek mevkiye sahip insanlarda olmayan bir huzura sahip buldum...

​

Akif Ä°nan: Dünya’da olsun Türkiye’de olsun; dinî, mistik duygulara doÄŸru bir genel eÄŸilim müÅŸahede edilmektedir. Geçen yüzyılın materyalist, inkârcı dünya görüÅŸleri, günümüzde çekiciliÄŸini bir hayli kaybetmiÅŸ gibidir. Çağımızın insanı bir arayış içindedir... Bir çok mütefekkir, sanat ve hatta devlet adamı bu arayışı açığa vurmaktadırlar.

​

Ä°ÅŸte inanç, bu arayışlara cevap olarak gündeme giriyor ÅŸimdi.

​

Ülkemizin aydın kesiminde de tasavvufa doÄŸru yeni, canlı ilgiler var.

​

Bu durumlara bakarak insanları nasıl bir geleceÄŸin beklemekte olduÄŸuna dair bir mütalaada bulunur musunuz?

​

Halil NecatioÄŸlu: Mukadderatımızın ve istikbalimizin ne olacağı hakkında bir ÅŸey söylememiz mümkün deÄŸil, Mevlâ’mızın muhakkak ki kullarına zulmedici deÄŸil; kulunun gerçekleri anlaması, kavraması ve hak yola gelmesinden memnun ve razı olduÄŸunu Hadîs-i Åžerîflerle Peygamber Efendimiz bize bildirmiÅŸtir.

​

Çok güzel bir seziÅŸtir, “Ä°stikbalde güzel ÅŸeyler olması için Allah’ın bir lütfu olarak tasavvuf bugün böyle yayılıyor.” demek... Tasavvuf gerçek olduÄŸuna göre ve faydalı olduÄŸuna göre, insanları dirilttiÄŸine göre, dolayısıyla, bu surette cemiyeti dirilttiÄŸine göre Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki sayısız nimetlerinden birisi de modern cemiyette tasavvufun kadrinin anlaşılması, diyebiliriz. Size o bakımdan tamamen katılıyorum.

​

Tabi, “Daha önceki yıllarda niye bu kadar deÄŸildi?” denilebilir. Daha önceki yılları tarif etmek lazım. Hangi daha önceki yıllar? Mesela bundan 75 sene önceki yıllar tasavvuf, çok daha yaygındı. Münevverler arasında, hemen hepsi mutasavvıftı. Mehmed Zihni Efendi’yi alın, Ä°smail Fenni ErtuÄŸrul’u alın, diÄŸer Osmanlı münevverlerini alın hemen hepsi mutasavvıftı; ya da hepsinin tasavvufla az çok bir ilgisi vardı.

​

Bir ara azaldı. Çünkü tasavvuf eÄŸitimi durdu. Onun için azaldı. Bir ara insanlar, baÅŸka bir gaye ile oyalandılar. Mesela, Tevfik Fikret’in ifadesiyle Haluk’un Âmentüsü’nde söylediÄŸi gibi, ilmin her ÅŸeyi yapacağı zannı yaygınlaÅŸtı. Ä°nsanlar Batı’dan birÅŸeyler umdular, bu umutla beklediler. Kendi ruhlarını, mânevî duygularını bastırdılar, sildiler, ortadan kaldırdılar. Fakat Batı’dan umulanların gerçekleÅŸtirmediÄŸini, bilakis Batı’nın bir arayış içinde olduÄŸunu gördüler. Ve Batı’nın arayış içinde kendilerinin bıraktığı deÄŸerlere sarıldığını görünce ÅŸoke oldular; biraz uyandılar diyebiliriz. Bir Ä°ngiliz’in tasavvufa meyletmesi, bir Fransız’ın gelip Mevlânâ’nın türbesinde vecd ile durması, onlarda; güneÅŸin Batı’dan doÄŸduÄŸunu görmek gibi bir durum hasıl etti, uyanmaya baÅŸladılar. YavaÅŸ yavaÅŸ bırakmış olduÄŸumuz deÄŸerlerin ne kadar büyük deÄŸerler olduÄŸunu, umdukları yerlerin ne kadar sığ olduÄŸunu tanıdılar. O zaman Batı’ya gidersek “Kim bilir neler bulacağız!” diye hayalhaneleri doluydu. Henüz oraya ulaÅŸamamaktan doÄŸan hayal ve umuÅŸları vardı. Onun için ellerindeki kıymetleri atıvermiÅŸlerdi. Bu gerçeÄŸi, Batı’yı görmelerinin büyük bir tesiri var. Buna, tasavvufa dönüÅŸ yolunda büyük bir faktördür diyebiliriz. Sizin dediÄŸiniz mânevî faktör, tabi hepsinin aslı, esası olabilir. O çok tatlı bir ÅŸey, Allah’ın lütfundan onu umuyoruz. DeÄŸil Türkiye için Dünya için bile.

​

Akif Ä°nan: Çağımızda Avrupa’da, Amerika’da; mesela Ä°ngiltere’de, Fransa’da; Jan Dallas gibi, Réne Geneon gibi bir çok Batılı düÅŸünürler tasavvuf yolu ile müslüman olmuÅŸlardır...

​

Halil NecatioÄŸlu: Ä°slâm, canlılığını sürdürüyor. Âyet-i kerîmede deniliyor ki:

“Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar, ama Allah kafirler hoÅŸlanmasa da nurunu tamamlayacaktır.”[20]

​

Ä°ÅŸte bu durum Ä°slâm’ın dinamizmindedir. O alaka daha baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir. Ä°slâm yaşıyor. Oraları da Ä°slâm feth ediyor.

​

Adamlar Osmanlı Ä°mparatorluÄŸu’nu çökertince, sandılar ki: “Hıristiyanlık namına bir baÅŸarı elde ettik, iÅŸ bitti.” Tabi Ä°slâm canlılığını sürdürüyor ve sürdürecek. Hiç bir yerde insanlar Allah’a bahane uydurma imkânına sahip olamayacaklar, “Ben Ä°slâm’ı duymadım da onun için intisap edemedim yâ Rabbi!” diyemeyecek hiçbir kimse...

​

Her yerde imtihanın şartları eşit olarak tahakkuk edecektir, ediyor da...

​

Akif Ä°nan: Tasavvufa devrini tamamlamış bir hareket gözüyle bakanlar için, tasavvufu tamamen gereksiz bulanlar için, “Benim mürÅŸidimden baÅŸka mürÅŸid olamaz, gelemez!..” gibi kanaat sahipleri için ne dersiniz?

​

Halil NecatioÄŸlu: Bu çeÅŸit beyanlar vakıaya ve edebe aykırıdır. Bir insanın üstadını sevmesinden tabii bir ÅŸey olamaz. Hatta bu zaruridir. Yalnız “Benim üstadımdan baÅŸka üstad yoktur.” demek, bir ÅŸeyin yokluÄŸunu ispat etmek, varlık ispat etmekten çok daha zordur. Mesela, “Bu odada hiç toplu iÄŸne yok.” dediÄŸimizi düÅŸünelim. “Bir toplu iÄŸne var.” demenin kolaylığı yanında “yok” demek fevkalade zordur. Ä°nsanoÄŸlu bilgi bakımından mahdut olduÄŸuna göre “Yalnız benim üstadım vardır, baÅŸka üstat yoktur.” demek, bir kere her yeri biliyor, aramış da ondan sonra “Burada toplu iÄŸne yok.” demek gibi bir iddia keyfiyetindedir. Bu, vakıaya ve edebe uygun deÄŸildir. Sonra Allah’ın rahmet ve lütfu, yaÄŸmur yaÄŸdığı zamanki gibi her yere ÅŸamildir. Allah hiçbir yeri feyizsiz bırakmamıştır.

“Hiçbir yer yoktur ki oraya peygamber gönderilmiÅŸ, ya da irÅŸad edici gönderilmiÅŸ olmasın.” Bunların bir kısmını Allahu Teâlâ hazretleri bize beyan ettiÄŸini, bir kısmını ise beyan etmediÄŸini Kur’an’da âyet-i kerîmelerle bildiriyor. Ama her beldenin, muhakkak böyle bir vazifeli tarafından ikaz edildiÄŸini çok kati bir gerçek olarak biliyoruz. O lütuf aynen devam eder.

“...Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz. [21]

“And olsun ki her ümmete: “Allah’a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının” diyen peygamber göndermiÅŸizdir.[22]

 

Her yerde muahakkak ki halkı irÅŸat edici Allah’ın sevdiÄŸi, Resûlullah’ın hizmetini devam ettiren insanların olması tabiidir.

​

Çünkü hadîs-i ÅŸerîfte buyuruluyor ki: “Ümmetimden bir taife kıyamet kopuncaya kadar Hakk’a müzahir olmakta, destekçi olmakta devam edecektir. Onlar kınayanın kınamasından çekinmeden, bu vazife-i dîniyesini, ÅŸerefli hizmetlerini, fütur getirmeden yerine getirmeye devam edeceklerdir.”

​

Akif Ä°nan: TeÅŸekkür ederiz Muhterem Hocam.

​

Dip Notlar

[1] 51/Zâriyât, 56.

[2] 67/Mülk, 2.

[3] 59/HaÅŸr, 19.

[4] 33/Ahzâb, 41-42.

[5] 3/Âl-i Ä°mrân, 102.

[6] 59/HaÅŸr, 18.

[7] 59/HaÅŸr, 18.

[8] 91/Åžems, 9-10.

[9] Åžeddâd b. Evs radıyallahu anhümâ’dan nakledilen hadis için bk. Ebû Dâvûd, “Salât”, 89, hadis no: 652;Ä°bni Hibbân, V, 561, hadis no: 2186.

[10] 57/Hadid 4.

[11] 2/Bakara 115.

[12] Yûnus Emre Dîvânı (haz. Mustafa Tatçı), I-IV, Ä°stanbul 1997, II, 107.

[13] Rivâyetin Peygamberimiz’e ait oluÅŸu ile alakalı bir nakle rastlanmadı. Ä°bni Mes’ûd radıyallahu anh’e atfen nakledilen bu söz için bk. Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 223.

[14] 67/Mülk, 2.

[15] 3/Âl-i Ä°mrân, 102.

[16] 17/Ä°srâ, 72.

[17] Bk. 55/Rahmân, 29.

[18] Bk. Dîvân-ı Kebîr (nÅŸr. Fürûzanfer), II, 209 (ÅŸiir no: 911); Dîvân-ı Kebîr Seçmeler (haz. Åžefik Can), I, 425-426; Dîvân-ı Kebîr (haz. Abdülbâki Gölpınarlı), III, 169.

[19] 2/Bakara, 245; 10/Yunus, 56; 11/Hûd, 34; 28/Kasas, 70-88; 36/Yâsîn, 22-83; 41/Fussilet, 21; 43/Zuhruf, 85.

[20] 9/Tevbe, 32; 61/Saf, 8.

[21] 17/Ä°srâ, 15.

[22] 16/Nahl, 36.

bottom of page