top of page

İlk Namazım, Aritia Svetlova

Süheyl Seçkinoğlu'nun Namaz Öyküleri (Timaş: 2012) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Dünyadaki en büyük trajedi hangisidir? En acıklı biten hayatı kim yaşadı yeryüzünde? Kim ne derse desin, bence en büyük trajediyi Tolstoy yaşadı. Ne hazin sondur onunkisi, ne kadar yürek parçalayıcı. Üç-beş satırla tanıtıldığı cümlelerde genellikle şunlar sıralıdır: "Tolstoy'un kendisini tanıma ve Allah'a ulaşma çabası bütün bir ömrüne tekabül eder. Ömrü boyunca anlaşılamamıştır. Onu anlamayanlar güruhuna karısı ve en yakınları da dahildir. Ömrü boyunca bir arayışın pençesinde kıvranmış bu adam sonunda 82 yaşında iken yağışlı bir gecede evden kaçtı ve yolda hastalandı. 7 Kasım 1910'da mütevazı bir tren istasyonunda yolculuğunun ilk durağı olan İstanbul'a hareket etmek üzereyken hayata gözlerini yumdu."

Nereye gidiyordu Sultan Ahmet'e mi, Eyüp Sultan'a mı? İçindeki boşluktan mı kaçıyordu? Yoksa en temiz tevhid inancının parlattığı alınların indiği bir secde menzilinde aradığı Rab ile buluşmaya mı gidiyordu? Ah ne hazin bir cevapsız soruların cenderesine düşmüştüm. Bir çekirge sürüsü gibi binlerce soru üşüştü beynime. Tanrı, İsa, insan, dünya, hayat, ölüm, cennet, cehennem, sonsuzluk... Tesadüf, tabiat, yaşam, ölüm... Sonra yokluk, ebedi yokluk... Bütün bu düşünceler bir sülük olup beyin zarını emiyor; ama ben onlara bir cevap bulamıyordum. Kendimi karanlık bir odada yapayalnız hissediyordum. Kurtulmak için ne zaman bir hamle yapsam her seferinde dipsiz bir boşluğa yuvarlanıyordum. Ne bir ışık vardı ne de tutunacağım bir dal. Hepsinden beteri, ruhumun çığlıklarını hiçbir kulağa işittiremiyordum.

Bu bir yana, "Gençsin, başarılısın; ye, iç gez dolaş; bırak kendini bu kadar yıpratmayı”, deyip kızıyorlardı. Sanki bunlar, istemiyormuşum gibi...

  

O zamanlar benim için en mesut anlar, düşünmemeyi becerebildiğim anlardı. Bu anlar geçtiğinde ise geriye yine boşluk, yine karanlık ve yine sopsoğuk bir yalnızlık kalıyordu. Bitkin gündüzleri ve uykusuz geceleriyle tam beş sene bu azabın kucağında çırpındım durdum. Hastane hastane dolaşmalar, psikologdan psikoloğa koşmalar... Ama bir netice yoktu. Bütün bu girdapta tek tesellim anneciğimden aldığım inancımdı. Acılar da sevinçler de Tanrı'dandı. Uykusuz gecelerim boyunca beni bu durumdan kurtarması için hep O'na yalvardım durdum. Sonunda çareyi başka bir ülkeye gitmekte bulacağıma inanarak evimden ayrıldım. Daha doğrusu içine düştüğüm karanlıktan kaçtım Tolstoy gibi.

Yüksek lisans yapmak üzere girdiğim imtihanı kazandım ve Avusturya'nın yolunu tuttum. Yeni bir ülke, yeni bir çevre ve yeni insanlar... Karanlık odanın Ukrayna'da kalacağını zannediyordum. Ama olmadı. Bu bir yana, karanlık odam bütün Avusturya'yı içine alacak kadar büyüdü. Şimdi anlıyorum ki karanlık benim içimdeymiş. Bu şekilde değil Avusturya'ya, güneşe bile gitseydim bir tek ışık devşiremezdim.

Aslında pek çok arkadaşım vardı. Ama dar gününde yanında olmadıktan sonra sebebi ne olursa olsun bunaldığın anlarda başını yaslayacağm bir omuz olmadıktan sonra insan binlerin, milyonların içinde tek başına kalıyor. Bu açıdan tam anlamıyla yalnızdım. Yapayalnız...

Dıştan bakıldığında okuluna giden, derslerinde başarılı geleceği parlak biri olarak görülüyordum. Ama içimdeki fırtınalardan kimsenin haberi yoktu. Kendimi oyalamazsam delirebilirim düşüncesiyle kitaplara sarıldım. Coelho, Tolstoy, Turcenyev'i okuyor, Ahmatova'nın şiirlerini ezberliyordum. Sonra, kendim bir şeyler yazıyor, dil öğreniyordum. Çok ciddi bi, şekilde Tanrı'ya, O’na olan sevgimi kuvvetlendirmesi ve ben, doğru yola iletmesi için yalvarıyordum.

Yalnızlığım, paylaşmak üzere internetteki Ortodoks sitelerine üye oldum yazıcım durmadan İncil’den hikâyeler yazıyordu. Bir papazla yazışıyordum, bir de dinî eserler basan bir matbaa sahibiyle, bilgilerimi güçlendirmek, beynimi kemiren sorularıma cevap bulmak ve içimi saran yalnızlıktan kurtulmak için bu sitelerin sohbet odalarına giriyor, insanlarla sohbet ediyordum. Ancak bu dinî sohbet odalarında da diğer internet ortamlarındaki tiksindirici konuşmalar bu teşebbüsümden beni hemen vazgeçirdi. Beynimi kemiren sorularımın cevaplarını bulmak niyetiyle kiliseye gidiyor, papazlarla konuşuyordum. Fakat umumiyetle bütün sorularımı, özellikle Tanrı ile alakalı olanlarını nazikçe geri çeviriyor ve sadece, "Dua et, çocuğum!" diyorlardı. Ben de dua ediyordum. Ama İsa'ya değil, Tanrı'ya... Ve anlamadığım, neden insanların İsa'ya dua ettikleriydi. Dünyayı da, İsa'yı da yaratan Tann'ydı. Hal böyleyken neden yalnızca Tann'ya dua edilmiyordu?

Ne kitaplarda ne Ortodoks sitelerinin sohbet odalarında ne de kilisede tam olarak aradığımı bulmuştum. Ve bir gün bir istasyondaydım, Tolstoy gibi. O karanlık odadan nasıl kurtulacağımı bilememenin acziyle, çaresiz öyle kendi halimde bekliyordum. Gözlerim anlamsız bakışlarla istasyonu tararken benim yaşlarımda bir kıza ilişti. Başında beyaz bir eşarp, üzerinde ne kadar şık ve ne kadar da zarif!" diye geçirdim içimden. O an ne olduysa birden bana döndü, göz göze geldik. Simasmda nasıl bir parlaklık vardı öyle! Gözlerinde nasıl bir aydınlık... Gencecik yaşına rağmen bütün muammaları çözmüş bir bilgenin dinginliği vardı yüzünde… Hayran hayran öylece seyrettim. Utanmasam yanma gidecek tanışacaktım. Ve yalvaracaktım ona "Tanrı aşkma bu huzurlu tavrından bana da biraz ver..." diyecektim. Fakat biraz sonra bir tren geldi ve onu alıp götürdü. Onun gibi olmak istedim o an. Beyazlar içindeki o zarafet, o dinginlik beni çarpmıştı.

Ruhumda kıvılcımlar saçıp kaybolan o örtülü kızdan sonra onun gibi örtünen kızlardan üniversitede bir hayli arkadaş edindim. Beni Ramazan ayında bir iftara çağırdılar. Gittim. Onlardaki Tanrı’ya olan kuvvetli iman ve O'na (cc) olan samimi ibadetleri çok hoşuma gitmişti.

Onların yanında kendimi yabancı hissetmiyordum… Bana hiç mesafe koymadılar. Kendilerinden biriymişim gibi davrandılar. Hıristiyanlığımdan dolayı ayıplayıcı tek bir bakışa bile maruz kalmadım. Çevremdeki Müslüman kızlarda da erkeklerde de durum böyleydi. Onlarla oturup konuşuyorduk. Bu konuşmalarda bana ille "Müslüman ol!" telkiniyle karşılaşmadım. "Bizde böyle, sizde nasıl?" ifadesi sohbetlerimizin kilit cümlesiydi çoğu zaman. Yalnızca bana bir şeyler anlatmakla kalmıyorlardı. Bana, tuttuğum perhizin (orucun) önemini, dualarımızın ve ikonalarımızın anlamını da soruyorlardı. Ben de bildiğim kadarıyla anlatıyordum. Onların yanında öyle huzurluydum ki anlatamam... Gerçi karanlık odama henüz ışık süzülmüyordu; ama olsun, en azından artık yalnız değildim. Artık dostlanm vardı. Yeni dostlarım... Gerçek dostlarım...

İslam dininin Tanrı, iman ve peygamberler hakkında söylediklerinin hepsini kabul ediyordum. Kur'an'ın İsa (as) hakkındaki ayetleri beni adeta çarpmıştı. Meryem (ra) adına bir surenin var olması da beni çok etkilemişti. Zira İncil'de bile Meryem adına bir sure yoktu. Bunun yanında Kur'an'ın Türkiye'de de Endonezya'da da aynı olduğunu, bu insanların aynı anda ibadet edebildiklerini öğrendiğimde de çok şaşırmıştım.

 

İslam'ın neredeyse her dediğini kabul ediyordum ama ben bir Hıristiyan'dım. Hatta bazen "Tanrım neden beni bir Müslüman olarak yaratmadın?" diye söylenirdim. Bir gün internetten "Chat'leştiğim bir kadına bunu sordum. O da bana bir mesaj gönderdi. Mesajı okudum. Okuduklarıma inanamadım. Bir daha okudum, sonra bir daha, ardından bir daha... Yerimde duramaz olmuştum. Odanm içinde birkaç tur attıktan sonra yeniden masaya oturdum ve mesajı bir daha okudum. Mesaj Hz. Muhammed'in bir sözüyle başlıyordu: "Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra ebeveynleri tarafından Yahudi ve Hıristiyan yapılır." Demek ki Tanrı'ya serzenişim boşunaymış, Demek Tanrı beni Müslüman olarak yaratmış. Bana bu maili atan hanımefendi "Kitab-ı Mukaddes'e göre Hz. İsa'nın son on iki saatini anlatan Tutku filmini seyrettiğini söyleyerek şunu yazmıştı: "Film, Hz. İsa'nın orijinal dili olan Aramca ile seslendirilmişti. Ve filmde 'İsâ Tanrı'ya Allah diye hitap ediyordu. Yani Müslümanların hitabı gibi...

Müslümanlıkla Hıristiyanlık arasıdaki tek benzerlik bu da değil. En önemlilerini senin için yolluyorum. Namaz! "Müslümanların nasıl namaz kıldığını görmüşsündür. Ayakta durur Kur'an okuruz, sonra rükua gider kalkanz, sonra yüzüstü kapanıp secde yapanz. Kitab-ı Mukaddes'i dinle:

Mezmurlar 95:6: Gelin secde kılalım ve rüku'a varalım; bizi yaratan Rabbin önünde diz çökelim!

 

Sayılar 16:20-22: ...Ve Musa ve Harun yüzleri üzerine yere kapandılar.

 

Tekvin 17:3: Ve İbrahim (as) yüzüstü yere kapandı.

 

Çıkış 34:8: Ve Musa (as) acele ile rükua gitti ve ibadet etti.

 

Nehemya 8:6: Ve Üzeyr (as) büyük Rabbi takdis etti. Ve bütün kavim ellerini kaldırarak "Amin amin!" diye cevap verdiler. Ve rukua gittiler, secdeye kapanarak Rablerine ibadet ettiler.

 

Matta 26:39: İsâ (as) yere kapanp, dua etti.

 

Matta 17:6: Ve havariler yüzleri üzerine yere kapandılar.

"Netice: İslâm Hz. Muhammed (as) ile başlamış bir din değildir. İslâm Hz. Adem (as) ile başlayıp Nuh (as), İbrahim (as), Musa (as) ve İsâ (as) gibi büyük resullerle devam eden ve Hz. Muhammed (as) ile kendisine son nokta konulan bir dindir. İslâm yeni bir din değil, bilakis bu peygamberlerin geleneğini canlı tutan Allah'ın ilk ve tek dinidir. Kitab-ı Mukaddes'te diğer peygamberler ve kavimler için anlatıldığı gibi bugün ibadet etmeden önce su ile temizlenen kimlerdir? Müslümanlar! Bugün hâlâ daha başını öne eğip yüzünü yere sürterek namaz kılan ve ellerini kaldırarak dua eden kimlerdir? Müslümanlar! Bugün kendisini örterek ibadet eden ve kapanarak haram nazarlardan kendisini koruyan kimdir? Müslüman kadınlar! Öyle ise bugün diğer peygamberlerin izinden giden ve hâliyle Kıtab-ı Mukaddes'in de tahrif olmamış akşamını tatbik eden kimdir? Müslümanlar! Demek bir Hıristiyan Müslüman olsa dinini terk etmiş olmuyor, bilâkis kendi kitabında anlatıldığı üzere kulluk dairesine girmiş oluyor. Size naklettiğim onlarca Kitab-ı Mukaddes ayetinden sonra Kur'an'dan bir ayetle yazıma son veriyorum. "İlahımız ve İlahmız birdir…”

Bu mesajı kaç kere okudum hatırlamıyorum. Kalbim göğüs kafesini kıracak gibi atıyordu. Gözyaşlanma mani olamıyordum. Sonunda yazının son cümlesini içimden gele gele söyledim. "İlahımız ve ilahınız birdir." Ve ben de artık bu dakikadan itibaren Müslüman olarak O'na teslim oluyorum.

O gün öğlen vakti ilk namazımı kıldım. Yalnızca "bismillah" demesini biliyordum. Gerçek dostlarımın yaptığı gibi ellerimi omuz hizasında kaldırdım ve "bismillah" dedim. Tarifsiz bir hal sardı bir anda beni, ellerimi kalbimin üstünde birleştirir birleştirmez gözlerimden yaşlar süzüldü.

Anlatamayacağım duygular içerisinde bildiğim tek şeyi tekrarlayıp durdum. Bismillah... Bismillah... Bismillah. Ne muhteşem bir şeydi Allah’ım… Bir hayli durduktan sonra "bismillah" deyip rükûya vardım. Bismillah... Bismillah... Bismillah... Doğruldum, "bismillah"... Sonunda yıllarca dolaştığım çöllerde kavrulmuş dudaklanm suya erdi. Damarlanmı kurutan beyabanın içinde bir vaha gibi adeta kendimi secdeye attım "bismillah". Ve bismillah... Bismillah... Allah, Allah... Bismillah... Yıllarca aradığım senmişsin. Uykusuz gecelerde andığım senmişsin. Daha neler söyledim, neler hissettim anlatmam mümkün değil. Dillerin dönmediği, kelimelerin iflas ettiği yerler az değil ki… baştan başa yalnızca "bismillah" ile kılman o ilk namaz, anlatılmaz...

 

Süheyl Seçkinoğlu'nun Namaz Öyküleri (Timaş: 2012) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

bottom of page