top of page

Kur'an Okumanın Manevî İncelikleri

Gazali'nin İhya'sından ilgili bölümler alınarak oluşturulan İbadetlerin Ruhu (Timaş:2013) adlı kitaptan kısaltılarak alınmıştır.

Kelam'ın aslının anlaşılması

Bundan maksat, Kur'an’ın yüceliğinin ve azametinin idrak edilmesi; onun Allah tarafından, İlahî celal makamından insanların anlama seviyelerine inzal edilmiş bir lütuf ve ihsan olduğunun anlaşılmasıdır. Bu noktada Kur an okuyucusu, Yüce Allah'ın, kendi Zat'ı ile kaim ezelî bir sıfat olan kelam'ını insanların zihinlerine nasıl muhteşem bir şekilde ulaştırmış olduğuna, insanların kullandıkları şu normal harflerin ve seslerin içinde o yüce ilahi sıfatın nasıl tecelli ettiğine bakmalıdır. Nitekim insanların akılları Yüce Allah ın sıfatlarını idrak et mekten acizdir, ancak nefsi sıfat olan bu kelam sayesinde anlaşılabilir.  

Hikmet ehli zatlardan kimileri, bu kadar yüce mertebede olan ilahi kelamın bu kadar düşük mertebedeki insan aklına ulaştırılmasındaki hikmetleri ve incelikleri izah etmek için şu mükemmel misali vermişlerdir;

Hikmet sahibi bir veli, sultanı tevhid inancını kabul etmeye ve peygamberlerin şeriatlarına uymaya davet eder. Sultan da birtakım hususlar hakkında sorular sorar. Hikmet sahibi zat ona anlayabileceği şekilde cevaplar verir. Sonunda sultan ona şunu sorar: "Peygamberlerin getirdikleri sözler senin iddia ettiğin gibi insan sözleri değil de Allah kelamı ise, o zaman insanlar nasıl oluyor da bunları anlayabiliyorlar?" Hikmet sahibi zat buna şöyle cevap verir; "İnsanlar kuşların ve diğer bazı hayvanların kendilerini anlayıp verdikleri emirleri yerine getirmelerini istedikleri zaman, bu hayvanların akıllarının eksik olduğunu ve bütün güzelliğine rağmen kendi sözlerini anlamaktan aciz olduğunu görmüşler, bu yüzden de unlatacak şekilde düzenlemişlerdir. Islık ve benzeri hayvanların çıkardığı seslere yakın seslerle maksatlarını ifade etmişlerdir. Hayvanlar da bu sesler sayesinde insanları anlayabilmiştir. İnsanlar da böyledir. Allah'ın kelamının künhüne vakıf olamaz, O’nun kelam sıfatını anlayamazlar. Bu yüzden de, ilalıî hikmetin insanların anladığı ve kullandığı sesler halinde ifade edilmesi, tıpkı insanların maksatlarının ıslık gibi seslerle hayvanlara ifade edilmesine benzer. Nasıl insanların çıkardıkları bu ıslık benzeri hayvani sesler, hayvanların bu seslerin maksadını anlamalarına mani olmuyorsa, Yüce Allah’ın inzal ettiği İnsanî sesler de, bu seslerin içindeki İlahî maksadın anlaşılmasına engel değildir. Zira bu sesler artık taşıdıkları mananın şerefini ve azametini de taşır olmuşlardır.

Bu hikmet sahibi zatın verdiği misal, kelamın manasını anlama konusunda bir nebze olup, bundan daha fazlasına işaret etmek burada uygun olmaz. Bu yüzden bu konuda bu kadarıyla yetinelim.

Ta'zim

Kur'an okumaya başlayan kimse öncelikle kalbinde, Kur'an'ın mütekelliminin (sahibinin) azametini hissetmeli, okuyacağı kelamın insan sözü olmadığını, Allah kelamını okumanın son derece önemli ve hassas bir iş olduğunu bilmelidir.  

Mushafın cildi ve yaprakları nasıl temiz olmayanların dokunmasına karşı muhafaza edilmişse, anlamının batını da Allah'ın izzet ve celali ile, her türlü pislikten arınmış ve İlahî kelama yönelik ta'zim ve hürmet ile aydınlanmış kimseler dışındaki okuyucuların kalplerinden gizlenmiş, perdelenmiş, korunmuştur. Nasıl onu her el tutamıyor, harflerini her dil telaffuz edemiyorsa, manasına da her kalp nail olamaz. İşte bu ta'zimden dolayıdır ki (Fetihten sonra müslüman olan) İkrime b. Ebu Cehil, mushafı açıp okumak istediği zaman gözyaşlarına hakim olamaz ve "Bu Rabbimitı kelamıdır, bu Rabbimin kelamıdır" diye ağlardı.

Kelam'ın sahibi olan Allah'ı ta'zim etmek, bu ta'zimi kalbine yerleştirmek, ancak Allah'ın yüce sıfatlarını ve muazzam fiillerini düşünmekle mümkündür. İnsan Allah'ın yüce arşını, scmâvatı ve yeryüzünü, bunların arasında bulunan insanları, cinleri, hayvanları, bitkileri ve diğer harikulade mahlûkatı düşünüp de bütün bunları yaratanın, hepsine kadir olanın, hepsinin rızkını verenin eşi benzeri olmayan Allah olduğunu, hepsinin O'nun kudret eli altında olduğunu, rahmeti ve ihsanı ile cezası ve azabı arasında olduklarını, O'nun dilediğine fazlı ve ihsanı ile nimet verip dilediğini adaleti ve hikmeti ile cezalandırdığını, ‘Şunlar cennettedir, şunlar da cehennemdedir’ dediği zaman zerre kadar müteessir olmadığını, bunun da azamet ve yüceliğin son haddi olduğunu düşünmelidir. Bunları düşünmek, Kur'an okuyan kişinin kalbinde Kur'an'ın mütekelliminin azametinin oluşmasını, sonra da Kur'an'a yönelik ta'zimin ortaya çıkmasını sebep olacaktır.

Kalbin Kur'an'a yönelmesi (Kalp huzuru)

Kur'an okuyan kişinin kalbini bütünüyle Kur'an'a vermesi, nefsinin konuşmayı terk etmesi gerekir.  

Arif billâh zatlardan birine, "Kur'an okurken aklına nefsine dair bir şey geliyor mu?" diye sorulmuş, o da, "Benim için Kur'an'dan daha sevimli bir şey var mıdır ki onu düşüneyim!" demiştir.

Düşünme

Bu, kalp huzurunun ardından gelir. Zira insan Kur'an okurken Kur'an'dan başka bir şey düşünmeyebilir, fakat sadece okuduğu seslere kendini vermekle yetinip onun anlamını düşünmeyebilir de! Oysa Kur'an'ın maksadı, tedebbürdür. Bu yüzden de, Kur'an'ı ağır ağır okumak sünnettir. Çünkü Kur'an'ı zahir itibariyle ağır ağır (tertil üzere) okumak, batın itibariyle onu tedebbür etme imkânı verir.

Hz. Ali(ra) şöyle demiştir;

“İçinde fıkıh olmayan ibadetin ve içinde anlama (tedebbür) olmayan kıraatin hayrı yoktur."

Anlama

Kur'an; Allah'ın sıfatlarını, fiillerini, peygamberlerin ahvalini, onları yalanlayan inkârcıların hallerini ve bu kimselerin nasıl helak edildiklerini, İlahî emir ve yasaklan ve cennet-cehennem ile ilgili hususları ihtiva eder.

Kur'an okuyan kimsenin bu İlahî isimlerin anlamları üze-rinde düşünmesi gerekir ki, bunların esrarı kendisine inkişaf olsun. Zira bu isimlerin altında gizli birçok mana bulunmaktadır ve bu manalar ancak Allah'ın muvaffak kıldığı kimselere inkişaf olur.

Abdullah b. Mesud(ra) da şöyle demiştir;

"Evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerini isteyen kimse, Kur'an'ı incelesin. Kur'an'ın ilimlerinin en büyüğü, Allah'ın isimlerinin ve sıfatlarının altında bulunmaktadır. Zira insanların çoğu bunlardan sadece kendi anlayışlarına göre bir şeyler idrak ederler, fakat bunların derinliklerine dalamazlar."

Kur'an okuyan kimse bu incelikler üzerinde düşünmelidir ki oradan da daha yüksek inceliklere intikal edebilsin.

Yüce Allah şöyle buyurmuştur;

" Yaş kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır."

"De ki, Rabbanin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa, Rabbimin kelimeleri bitmeden önce denizler tükenirdi. Bu denizlerin bir misli daha ilave edilse yine denizler tükenirdi.”(Kehi 18/1)

Bu söylediklerimizden maksat, Kur'an'ı anlama yoluna dikkat çekmek ve onun kapılarının açılmasını sağlamaktır, yoksa Kur'an'ın anlamlarının bütünüyle açıklanması değildir.  

Anlamayı engelleyecek şeylerden arınma

İnsanların çoğu Kur'an'ın manasını anlamaktan alıkonulmuştur. Bunun sebebi ise, şeytanın kalplerine kapattığı ve Kur'an'ın sırlarını görmelerine engel olan perdelerdir.

Hz. Peygamber bu hususta şöyle buyurmuştur;

"Şeytanlar insanoğlunun kalbini kuşatmamış olsalardı, insan melekûta nazar edebilirdi."

Kur'an'ın manaları da melekut alemindekiler arasındadır, zira duyularla algılanamayan ve sadece basiret nuru ile idrak edilen her şey melekût âlemindendir.

Kur'an'ı anlamayı engelleyen perdeler dört tanedir:

Birincisi; bütün gayreti mahâric-i hurûfa (harflerin çıkış yerleri, tecvid) tahsis etmek. Bu, şeytanın Kur'an okuyucularının başlarına sardığı bir beladır ki bu sayede onları Allah kelamının manasını anlamaktan alıkoyan Sürekli onlara harflerin mahreçlerini yanlış yaptıklarını fısıldar, hep bu konuyla uğraşmalanna yol açar. Bütün gayreti mahâric-i hurûf olan bir kimseye nasıl Kur'an'ın manaları inkişaf etsin ki? İşte bu gibi vesveselere kapılan kimseler şeytanın en büyük maskarası olmuş durumdadır.

İkincisi; taklit yoluyla bağlandığı bir mezhebin mutaassıplığını yapmak, kendisi müşahede veya basiret yoluyla anlayıp karar vermediği halde bu mezhebin görüşlerini körü körüne ve taassup ile savunmak, ona bağlı kalmak. Böyle olan kimsenin düşünceleri kendisini bağlar ve onları aşamaz hale gelir, mezhebinin dışında bir düşünceyi aklına bile getiremez olur ve nazarı sadece taklit ettiği mezheple sınırlı kalır. Mezhep dışından bir düşünce aklına gelecek ya da içinden geçecek olsa şeytan hemen işe koyulur ve onu taklide iyice bağlamak için şu vesveseyi fısıldar; "Atalarının inançlarının aksine olan bu şeyi nasıl düşünürsün?" Böylece kişi, mezhebinin dışındaki görüşleri birer şeytan vesvesesi olarak görür ve bu tür görüş¬lerden uzaklaşır. Bu gibi kimseler için sûfiler şöyle demiştir;

"İlim bir hicaptır, engeldir."

Hakiki ilim ise basiret nuru ile elde edilen keşf ve müşahededir ki bunun perde olması nasıl mümkün olur? Zira bu ilim, hedeflenen nihaî gayedir.

Üçüncüsü; günahta ısrar etmek ya da kibirli olmak veya genel olarak dünyevî arzulara uyup itaat etmek. Bunlar kalbin paslanmasına, kararmasına neden olan şeylerdir. Aynanın üzerine yapışan ve orada hakkın tecelli etmesine engel olan lekeler gibidir. Bunlar kalbin üzerindeki en büyük perdelerdir ki insanların çoğu işte bu perdeden dolayı Kur'an'ı anlayamaz. Şehvetler birikip yığıldıkça kelamın manası daha da perdelenir. Kalbin üzerindeki dünyevî ağırlıklar kalkıp hafifledikçe, orada manalar tecelli eder. Kalp bir ayna gibi, şehvetler aynaya bulaşan lekeler gibi, Kur'an'ın anlamları ise aynada yansıyan suretler gibidir. Şehvetleri gidererek yapılan kalp temizliği (riyazet) ise, aynanın parlatılması gibidir.

Dördüncüsü; âyetlerin zahirî tefsirini okumak ve Kur'an kelimelerinin anlamlarının sadece İbn Abbas'tan, Mücahid'den (öl. 722) ve diğerlerinden aktarılan rivâyetlerden ibaret olduğunu, bunun ötesindeki tefsirlerin "re'y tefsiri" olduğunu düşünmektir. Böyle düşünen kimseler "Kur'an'ı re'y ile tefsir eden kimse cehennemdeki yerine hazırlansın" diye düşünürler. Bu düşünce de, Kur'an'ın anlaşılmasına engel olan perdelerdendir. Nitekim eğer âyetlerin anlamının sadece zahir ve rivayetle nakledilen anlam olduğu doğru olsaydı, insanların bu konuda ihtilaf etmelerinin söz konusu olmazdı.

Tahsis

Bu, Kur'an okuyucusunun Kur'an'daki her hitapta kendisinin kastedildiğini, orada bir emir ya da nehiy duyduğu zaman bu emrin ve nehyin kendisine hitap ettiğini, her vaat ve vaidin doğrudan kendisine yönelik olduğunu, oradaki peygamber kıssalarının sırf eğlence olsun diye değil, aksine ders ve ibret olmak üzere indirildiğini düşünmesi demektir.  

Yüce Allah Kur'an'daki hitabını bütün insanlara yönelttiğine göre, onların her biri bu hitaba muhataptır. Her bir okuyucu doğrudan muhataptır, başkalarını bırakıp kendisine bakmalıdır! Kendisinin kastedildiğini düşünmelidir.

Teessür

Kur'an okuyan kimsenin okuduğu âyetlerden müteessir olması, âyetlerde anlatılan farklı durumlara göre kalbinin halden hale girmesidir. Okuduğu âyetlere göre kalbi hüzün, korku, ümit gibi hallere girer. Âyetlerin anlamıyla ilgili marifeti kemale ulaşınca, kalbine galib olan hal haşyet hali olur, zira Kur'an âyetlerinde bir tazyik (baskı ve gerilim) durumu hâkimdir; âyetleri okuduğu zaman görecektir ki, rahmet ve mağfiretin zikredildiği her yerde, hemen okuyucunun bu rahmet ve mağfirete nail olmakta kusurlu olduğunu belirten şartlar da zikredilmektedir.

Bunu fark eden kimsenin, bir haşyet ve hüzün haline bürünmesi gâyet tabiidir.  

Kulun okuduğu âyetten müteessir olması demek, okuduğu âyette mevcut olan sıfatla muttasıf olması demektir, İşte o zaman okuduğu âyette zikredilen mağfiret ve rahmetin birçok şartla mukayyet olduğunu ve birçok uyarının, vaîd'in bulunduğunu görecek ve hissettiği korku ve haşyetten ötürü küçüldükçe küçülecektir. İlahî rahmetin ve genişliğin zikredildiği yerlerde ise içi aydınlanacak, sevinçle dolacak, sevinçten adeta kanatlanıp uçacaktır. İlahî isimlerin ve sıfatların zikredildiği âyetlere geldiği zaman Allah'ın celalini ve azametini hissedecek ve bu celalin ve azametin karşısmda büyük bir huşû' ile boynunu eğecektir.

Kur'an okuyan kimse, okuduğu âyetlerdeki özelliklere bü-rünmezse, o zaman Yüce Allah ona, "Sen nerede, Benim kelamım nerede... Mademki Benden yüz çevirmişsin, o halde tevbe edip Bana yönelmedikçe Benim kelamımı okuma!" diye hitap eder. Kur'an'ı tekrar tekrar okuyan, fakat İlahî emirlere isyan eden kimse, padişahın memleketi imâr etmeyi emrettiği fermanını günde birkaç defa okuyan, fakat memleketi tahrip etmeye devam eden kimsenin haline benzer. Bu kişinin bütün yaptığı, fermanı okumaktan ibarettir.

Yusuf b. Esbât (öl. 810) şöyle demiştir;

"Ben Kur'an okumaya niyetleniyorum, fakat andaki ahvali düşündüğümde içimi İlahî azap korkusu kaplıyor ve bu yüzden Kur'an okumayı bırakıyor, teşbih ve istiğfarla meşgul oluyorum."

Bu nedenle Hz. Peygamber(sav) şöyle buyurmuştur;

''Kalbiniz Kur’an ’a yöneldikçe ve bedeniniz onu okumakla yumuşadıkça Kur'an'ı okuyunuz; fakat bir taraftan okuyup diğer taraftan okuduğunuza muhalefet ederseniz, o zaman onu okumuş olmazsınız."

Gerçekten de Kur'an, işte bu halleri kalbe celb etmek ve kendisiyle amel etmek için okunur. Eğer Kur'an okumaktan amaç bu değilse, sadece harflerin seslendirilmesi ve dilin hareket ettirilmesi önemsizdir. Bu nedenle, Ehl-i Kur'an (Kurrâ) bir zat şöyle demiştir;

"Hocamın huzurunda Kur'an’ı hatmettim, sonra tekrar hatmetmek üzere başlamak istediğimde bana şöyle dedi: Benim huzurumda Kur’an okumayı bir amel mi belledin? Git, Allah'ın huzurunda oku, sana neler emrettiğine, neleri yasakladığına, neler anlattığına bak!"

 

Kur'an okuma konusunda esas ve faydalı olan, işte onu okuyup anlamını anladıktan sonra mü'minin kalbine Allah tarafından ihsan edilen bu tür hallerdir. Yoksa sadece dilin hareket ettirilmesinin pek bir faydası yoktur.

Kur'an'ın hakkıyla okunması; dil, akıl ve kalbin ortaklaşa okuması demektir. Bu okumada dilin payı; Kur'an'ı ağır ağır (tertil ile) okuyup harfleri açıkça belli etmektir. Aklın payı, okunan âyetlerin manasını anlamak, kalbin payı ise, onlardan ibret almak, İlahî emir ve yasaklara riâyet etmektir. Dolayısıyla dil nasihatçi, akıl tercüman, kalp ise nasihati alandır.

Terakkî

Terakkî, Kur'an okuyan kişinin, okuduğu kelamı bizzat Yüce Allah'tan işitir hale yükselmesi demektir. Kıraatin üç derecesi vardır. En alttaki hal, kulun kendini Allah'ın huzurunda hissetmesi ve O'nun huzurunda Kur'an okuduğunu düşünmesidir. Bu derecedeki kişi Allah'ın kendisine nazar ettiğini, kendisini dinlediğini düşünür ve bu düşünce ile bir huşû', tazarru ve isteme haline girer. İkinci derece, okuyan kimsenin, Allah'ın kendini gördüğünü, lütfü ile kendine hitap ettiğini, nimetleri ile münacat ettiğini müşahede etmesidir. Bu kimsenin makamı hayâ, ta'zim, kulak verme ve anlama makamıdır. Üçüncü derece ise, kelamda mütekellimi, kelimelerde İlahî sıfatları görmesi, dolayısıyla kendisine de, okumasına da, kendisine iletilen nimetlere de nazar etmeyip sadece ve sadece Kelamın Sahibi'ne (Mütekellim'e) nazar etmesi, fikrini O'na hasretmesi, sadece O'nu müşahede ediyor gibi olmasıdır. Bu üçüncü derece arif ve mukarreb zatların derecesi, ikinci ve birinci dereceler "ashâb-ı yemin" kimselerin derecesi, bunların dışındaki dereceler ise gafillerin dereceleridir.

Cafer-i Sadık bir defasında Namazda düşüp bayılmış, uyandığında kendisine; "ne oldu da Namazda düşüp bayıldın?” diye sorulduğunda şöyle buyurmuştur: “Kalbimde bir âyeti tekrarlayıp duruyordum. Nihayet onu, onunla mütekellimde (Yüce Allah'tan) dinledim. İşte o an O'rıun kudretinin görünmesine bedenim güç yetiremedi ve düşüp bayıldım."

Böyle bir derecede olan kişi için kelâmın tadı, münacatın lezzeti arttıkça artar. Bu sebeple hikmet ehli bir zat şöyle demiştir;

“Önceleri Kur'an'ı okuyor, fakat ondan hiçbir tat alamıyordum. Nihayet onu sanki Hz. Peygamber'in mübarek ağzından sanki ashabına okuyor gibi dinleyince, kelamın lezzetini almaya başladım. Sonra daha üst bir makama çıktım ve o makamda Kur'an'ı sanki Cebrail Hz. Peygamber’e(sav) ilkâ ediyor gibi dinleyip okudum. Daha sonra Yüce Allah bana başka bir derecede tecelli etti. Bu tecelliden sonra artık Kur'an'ı bizzat Yüce Allah'tan dinlercesine okuyorum. Bu şekilde okuduğum zaman onun lezzetini alıyorum. Bu öyle muazzam bir nimettir ki, bu nimetten biran olsun ayrı kalmaya dayanamam!"

Hz. Osman ve Huzeyfe b. el-Yeman (ra) şöyle demişlerdir;

"Kalpler teiniz olsalar Kur'an'm okunmasına doyanamazlar."

Teberrî

Teberrî, Kur'an okuyan kimsenin bütün güç ve kuvvet iddiasından sıyrılması, nefsine rıza ve tezkiye (arınmışlık) gözüyle bakmaması demektir. Bu şekilde Kur'an okuyan kimse sâlihleri metheden ve onlara bahşedilecek ilahi nimetleri vaat eden âyetleri okuduğu zaman kendini o kimselerden saymamalı, o kimselerin yakîn ve sadakat sahibi kimseler olduğunu düşünmeli ve Allah'ın kendisini onların kervanına katması için dua etmelidir, İsyankârlar ve günahkârları kınayan âyetleri okuduğu zaman da kendini onlardan biri olarak görmeli ve kendisinin muhatap alındığını düşünerek Allah korkusunu yaşamalıdır.

Yusuf b. Esbât’a (öl. 810), "Kur'an okuduğun zaman nasıl dua ediyorsun?" diye sorulduğunda, "Nasıl dua edeyim? Kusurumdan ötürü yetmiş defa af diliyorum!" diye cevap vermiştir.

Kur'an okuyan kimse kendisini böyle kusurlu görürse, bu hali onun Allah'a yakınlaşmasına sebep olur, çünkü Allah'a yakınlık halinde iken kendini uzak gören kimse, Allah korkusu nimeti ile nimetlendiriliyor demektir ve bu nimet (Allah korkusu) onu daha üst bir yakınlık derecesine sevk edecektir. Bunu tam tersi durumda olan, yani Allah'a uzak olduğu halde kendini O'na yakın gören kimse ise bu şekilde aldanmaktadır ve bu aldanışı onu iyice uzak bir dereceye sürükler.

Gazali'nin İhya'sından ilgili bölümler alınarak oluşturulan İbadetlerin Ruhu (Timaş:2013) adlı kitaptan kısaltılarak alınmıştır.

bottom of page